23 Mayıs 2010 Pazar

Arka pencere

‘Beklemek ne kadar zor.’

Derin bir nefes alıp pencerenin yanından kalktı. Gözü hızla odayı taradı. Karanlıkta, koridordan yansıyan ışıkla duvar kenarındaki yatağın üzerinde hareket eden ince örtüyü gözledi. Annesinin düzenli nefes hareketleri geçen günlerin tek tesellisiydi.

Bugüne kadar yaşamın zorlukları ile ilgili söylenenleri öylesine onaylardı. Şimdi biliyordu artık. Ölümün gölgesinde nefes almak ölümle mücadele anlamına geliyordu. Bu hastane odasında, yaşlı ve küçülmüş bir bedenin yaşam tarafındaki gayretini görüyordu.

Gördüğü başka şeyler de vardı. Bulundukları odanın baktığı kocaman bahçe ve bahçeyi kaplayan otopark ona yalnızlığında arkadaşlık ediyordu. Otoparkın da hastanenin de kendine göre bir ritmi vardı: sabah, öğle, akşam, gece, tam gece. ‘Tam gece’ diye düşündüğü sırada gülümsedi. Gece nöbeti tutmayanların bilmediği bir zaman dilimiydi bu. Kendisi de hastanede yaşamaya başladıktan sonra öğrenmişti. Refakatçiydi, ama bir çeşit nöbetçiydi işte. Tam gece, insanların ölümle en fazla yüzleştiği saatti. O saatler, özellikle ölmeyenler için çok zor geçerdi, neredeyse geçmek bilmezdi. İnsan saate bakardı, çok zaman sonra tekrar bakardı, sadece birkaç dakika geçmiş olurdu, tekrar bakardı, aynı şey. Türlü kötü düşünceler üşüşürdü o saatlerde insanın kafasına. Sinsi bir şekilde olumsuzluk mutlaka kendine yerleşip yeşereceği bir yer bulurdu aklın kuytularında. Ne kadar çabalansa da, iyi düşünmek mümkün değildi. Tam gece, gecenin de karanlık tarafıydı.

Saatine baktı. Şu an o saatlerdi. Otopark karanlıktı. Sadece bekçi kulübesinin ışığı yanıyordu. Çok az araba vardı. Gündüz saatlerinde kalabalıktan geçilmeyen bu yerde şimdi yoğun bir terkedilmişlik havası hakimdi. Koridorlar da sessizdi. İnsanların soluk seslerinden başka şey duyulmuyordu. Uyanıktı yine. İlk günlerde uyumamak için kendini zorluyordu, şimdi uyumaktan korkuyordu. Sonuçta uyumuyordu. Kardeşiyle refakat işini paylaşmıştı, eve gidince uyumayı hayal ediyordu. Bazen oturduğu yerde içi geçiyordu, başı düşüyordu. O birkaç dakika çölde vaha gibiydi, sabah olacak umuduna yer açıyordu.

Tüm eşyalarını toplamışlar, annesi, kardeşi, kendisi, hoplayarak koridorlarda kovalamaca oynuyorlar. Haydi gitmemiz lazım diyorum, ama kendim bile söylediğimi inandırıcı bulmuyorum. Ben de hopluyorum. Yürüme bilmez miyiz de hopluyoruz, asansörler de mi hopluyor, korkarım da o zaman binemem, annem de merdivenleri inemez, hoplarsa düşer, düşerse kırılır, kırıkları kim toplar, kardeşim kaçıyor, ben kalıyorum, odayı dolduran dev bir kamyon üstümüze geliyor, anne, hopla çabuk, demek istiyorum, taş gibi kaldım, taş olursam kamyon beni geçemez, anneme bir şey olmaz, kardeşim tekrar üzülmez…

Sabah güneşi göz kapaklarının arasından içeriye sızdı ve oturduğu sandalyeye geri dönebildi. Hoplamaktan bacakları ağrımıştı. Gerçekten de hoplamış mıydı acaba ? Ayağa kalkıp yeni güne hazırlanmaya başladı.

‘Seni beklemekten yoruldum. ’

Kız çok güzeldi. İçinde bulunduğu ortama göre bakılırsa tam bir sürpriz. Saçları, günün moda çizgisinde kesilmiş, röfleler belli ki usta bir elden çıkmış, havalı mı havalı. Giyimi de herkesin giymek isteyip de giyemediklerinden. Topuklu ayakkabılarının üzerinde salınarak yürüyor. Herkes arkasından bakıyor.

‘Beklemek ne kadar zor. Dayanamıyorum. Ne istersen yaparım. Ne olur. Yeter ki istediğimi getir bana.’

Bugün onu ikinci kez gördü. Aynı kız olduğunu önce anlayamadı. Bu sefer şık bir arabanın içinde oturuyor. Araba, onun baktığı odanın camına göre tam karşıda, çok yakında, sokak lambasının ışığında. Huzursuz görünüyor. Durmadan ağzı hareket ediyor. Sanki kendi kendine konuşuyor. Belki de telefonla. Saçları yine yapılı. Uzun perçemin altından göz kapakları şiş, göz altları çökmüş görünüyor. Omuzları sarkmış. Hareketleri çok garip, durmadan kollarını kaşıyor. Uzun kollu bir gömlek var bugün üzerinde. Bugün o havalı kadın değil, bugün gölge gibi. Huzursuz. Kaşınıyor. Sürekli etrafa bakıyor, başını çevirdikçe saçları savruluyor, belli, bir şey bekliyor, birini bekliyor.

‘Neyi beklediğini biliyorum.’

Genç bir adam hızlı adımlarla bahçeye girdi. Yandaki kapıdan çıkmış olmalı. Demek ki hastaneye alışkın biri. Çünkü orası morg kapısı. Bir tek ölenler o kapıdan çıkmaya aldırmıyor, bir de hastane çalışanları. Ameliyathane çalışanları o kapı dibinde sigara molası bile yapıyor. Kapının kenarında cenaze arabası. Uzun boylu ve uzun bacaklı genç arabanın şoför tarafına yaklaşıp bindi. Kız neredeyse üzerine yığıldı. Araba hareket ediyor. Otoparkın arka kapısından çevre yoluna doğru kayboluyorlar.

‘Neden kaşındığını biliyorum.’

Kardeşi de kaşınmaya başlamıştı. Bir şeylerin ters gittiği o zamandan belliydi. Ama kimse anlayamamıştı. Böceklerden dolayı diyordu. Anlamıyorlardı. Açık saçık giyinmeyi severken, uzun kollu gömlekler kullanır olmuştu. Böceklerden dolayı diyordu. Böceklerin üzerinde dolaştığını, içini, dışını, her yanını kapladığını ablası çok sonra anlayabildi. Odasında onu yere yığılmış, kolunda ince bir lastik hortum, elinin altında plastik enjektörle bulduğunda. Daha önce değil.

“Kızım, bana su verir misin, canım.”

Sesle beraber eskiye ait kasvet ve suçluluk duygusu bir anda dağıldı, günün işleri rahatlatıcı şekilde güne hakim oldu. Annesinin dikkatli bakışlarını üzerinde hissetti. Sabahın bu saatinde nasıl bu kadar uyanık ve dinç göründüğüne hayret etti. Ona istediği suyu uzatırken hayranlıkla su içmesini seyretti. Bardağı tekrar masaya geri koydu. Sabah temizliği için yanına oturdu.

“Bugün ayağa kalkmama izin verirler mi, ne dersin ?”

Birazdan, doktorlar gelince, öğreneceklerdi. Kaza geliyorum dememişti, yaşlı bir insanda kırık ölümcül seyredebiliyordu. Annesi çok metindi, kalkabilirsin dedikleri anda ayağa kalkacağından emindi. Derin bir nefes aldı. Giysilerini değiştirmeye başladı. Hiç sesi çıkmıyordu hastanın. Bir gayret yardım ediyordu. Birden kapı açıldı, hastabakıcı günaydın diyerek odaya girdi. Onunla beraber, gecenin sessizliğinin yerini alan hastane gürültüleri de odaya ulaştı.

“Abla dur, ben yaparım” diyen sesi ona o anda çok güzel geldi. Birlikte çabucak sabah faaliyetlerini bitirdiler. Saat hala çok erkendi. Annesine baktı, yorulmuştu, gözleri kapanıyordu. Camları silmeye başlayan kadının ritmik kol hareketleri kendinde de bir rahatlık hissi yarattı.

Hastabakıcı Fadime hanım bir yandan camları siliyor, pervazların tozlarını temizliyordu, bir yandan da gece onu ziyarete gelen oğlunu düşünüyordu. Bunca yıldır hiç gelmemişti çocuk. Sonra dün gece, ‘anne, para verebilir misin, çok acil, bir arkadaşıma lazım,’ diyerek karşısında, hem de hastanede, bitivermişti. Üstelik hastaneden korkardı, ta çocukluğundaki kazadan beri, gönüllü olarak hastaneye ayak basmışlığı yoktu. İçini çekti. Bir şeyler ters gidiyordu. İşlerini bitirip bir an önce evine gidip oğluyla konuşmalıydı. O arkadaş da kimdi öyle, gece gece ne aciliydi. Çalışma saatinin dolmasına az kalmıştı. Gözü hastaya ve refakatçisine ilişti. Kızı olduğunu biliyordu. Bu ikiliden hoşlanmıştı. Zor günde iyi dayanıyorlardı. İki kardeş de iyi anlaşıyordu. İçini çekti, hayatın zor tarafları onların yanına hiç uğramamıştı.

“İyi günler, abla” diyerek odadan çıktı.

Daha kapı kapanmadan büyük bir kalabalık halinde doktorlar geldi. Kendi aralarında konuştular. Ne dedikleri asla anlaşılamadı. Bir rüzgar yaratarak arkalarında kayboldular, geldikleri kadar hızlı. İlk günü düşündü, çok telaşlanmıştı, ama sonradan kendi doktorları geri gelip durumu tercüme etmişti. Burası bir eğitim hastanesiydi, her şeylerini hocaya aktaran kendisi olacaktı, aynı şekilde, hocanın söylediklerini de kendilerine aktaracaktı, o artık onların asistanıydı. Bu sefer telaşlanmadı, doktor birazdan yanlarına mutlaka gelirdi. Bölük pörçük konuşmalardan anladığı, bugün ayağa kaldıracakları şeklindeydi. Tatlı bir heyecan içini kapladı. Ayağa kalkmak, eve doğru bir adım yaklaşmak demekti. Kardeşini çok özlemişti.

‘Beklemek ne kadar zor’.

Bu gece annelerinin yanında kardeşi kalacaktı. Gündüz derslerini tamamlayıp hastaneye gelmesi pek içine sinmiyordu. Ayrıca hastane ortamında bulunmasını, hele gece saatlerinde bulunmasını aslında hiç istemiyordu. Gece uyanık kalacaktı, ıssız otoparka bakacaktı, karanlık düşüncelerin aklına üşüşmesine engel olamayacaktı… Ama başka yardımcıları yoktu, ve ikisinin bu zor dönemin üstesinden ortaklaşa gelme çabası da onları hem yakınlaştırıyordu, hem de aralarındaki bağı kuvvetlendiriyordu. Kardeşine bakan doktor da öyle söylemişti, aşırı korumacılık yapmamak lazımdı. Ailelere düşen önemli görev, o kişinin tekrar gündelik hayata dahil edilmesiydi. Gülümsedi, gündelik hayat, hayat kurtarıyordu.

‘Eve dönmek de zor.’

Hiç beklenmedik şekilde – kaza geliyorum demezdi – annesi kendini hastanede buluvermişti. Ablası soğukkanlılıkla tüm işleri ayarlamıştı. Bugün hastanede yatışının beşinci günüydü. Doktorlar kendi aralarında öyle diyorlardı, yatışının şu kadar gününde, tedavinin şu kadar günü. Gülümsedi. Gülümsediğine biraz de şaşırdı. İki yıl önce kendi yaşadıklarından sonra bugün hastanede refakatçi kaldığına ve genç doktorlardan birine ilgi duyduğuna inanamadı. Çocuk ona açıktan göz kırpmıştı, aslında asılmak amaçlı olmadığını biliyordu. İki gün önce, ilk odaya girdiğinde, otoparka bakan bahçeyi gördüğünde, birden nefessiz kalmış, bayılacak gibi hissetmişti. O sırada annesinin dosyasın inceleyen doktor durumu fark etmiş ve yere düşmeden koltuğa oturmasına yardım etmişti. Yavaş yavaş nefesi tekrar eski düzenine dönerken de koşturup bir bardak su getirmişti. Annesi uyuyordu, biraz da ilaçların etkisiyle. Annesine doğru endişeyle baktığını gören doktor ‘ kimseye söylemeyiz’ tarzında göz kırpmıştı. Rahatsız olduğunu nasıl anlamıştı, annesinin rahatsız olduğunu anlamasını istemediğini, ablasından çekindiğini nasıl bilmişti, tam bir bilmeceydi. Ama hoştu, doğrusu. Ablası yanlarına geldiğinde hiçbir şey olmamış gibi annesinin durumundan söz etmişlerdi.

Otopark şimdi karanlıkta ürkütücü duruyor. Tüm hastane pencerelerinden benzer otoparklara mı bakılıyor, yoksa hafızası ona oyun mu oynuyor ? Gözlerini kapadığında kendini tekrar kendi odasında bulacağını biliyordu. Uzun zamandır o günleri düşünmemişti. Düşünmesine fırsatı da pek olmamıştı. Hastanedeyken konuşma seanslarında geriye dönük değerlendirmeye kendini hazır hissetmemişti ve doktoru da onu hiç zorlamamıştı. Tam tersine, onu sosyal programlardan birine dahil etmişti. Bu programda, tedavi almakta olan altı kanserli çocuk için refakatçilik yapıyordu. Bir an bile kendini düşünecek fırsatı olmamıştı.

Odada oturuyorum. Tam da oturmuyorum. Aynada kendime bakıyorum. Uzun sarı saçlarım ıslak, perçemlerim yüzüme düşmüş. Aynada kendimi görmüyorum, arkamdaki beni görüyorum. Bana gülüyor. Benimle alay ediyor. O çirkin surattaki ifadeyi gördükçe hırslandığımı hissediyorum. Kollarım kaşınıyor. Birazdan böceklerin saati başlayacak. Gerçek değiller, gerçekten de kötüler. Kollarımdaki ve vücudumun her yanındaki tırnak izleri bunu kanıtlıyor. Çok yalnızım. Beni seven annem ve ablam var. Babam öldü. Öldü de kurtuldu. Ablam kurtulamadı. Ama beni kurtardı.

Perdelerim kapalı. Oda karanlık ama kafamın içinde parlak ışıklar gözlerimi kamaştırıyor. Ağrı duymalıyım, kollarım kan içinde, ağrı duymuyorum, arkadaşımdan aldığım ilacı istiyorum. İnsanın bir şeyi böyle isteyebileceğini düşünemezdim. Kimse, bir şeyi böyle istemeden böyle isteyebileceğini düşünemez. Her şey, herkes siliniyor. Dünya benim için genişliyor, genişliyor, küçük bir lastik hortum, küçük bir enjektör ve küçük bir parça pamuk içinde sıkışıyor. Gözlerimi kapatıyorum. Aynann bana bakmamasını istiyorum. Ve yaklaşan bir dalga şeklinde önce sesleri duyuyorum. Kabuklarının ve ayaklarının sürtünme sesleri okyanustaki dalgaların sesinden bile yüksek. Okyanusu hiç görmedim, ama bu ancak oradaki dalgaların sesi olabilir. Ses giderek artıyor, yaklaşıyorlar, hemen saklanmam, kendimi görünmez yapmam şart. Beni birazdan yiyecekler, beni yok edecekler, onlar beni yok etmeden ben kendimi yok etmeliyim. Kurtuluş o küçük şişede, biliyorum. Gözümü açarsam, orada durduğunu biliyorum. Gözümü açarsam, böceklerin beni kaplayacağını biliyorum. Böceklerin aslında beni kaplamış olduğunu, gözümü açarsam hepsinin harekete geçeceğini. El yordamı ile koluma lastiği bağlıyorum. Parmaklarımın zonklaması kısa süreliğine böcekleri oyalıyor. Hemen geri geliyorlar. İlacı sulandırıyorum, alışkın hareketlerle, zorlanmadan, titreyen parmaklarımla. İçimde hissedeceğim huzur hem çok yakın hem çok uzak. İğnenin battığını hissediyorum, böceklerin panzehiri yavaşca içime yayılıyor. Sıcak hissediyorum. Sonra soğuk. Kalbim çok çarpıyor, sonra az. Nefes almanın gerekli olmadığı yere varmak üzereyim. Hala böceklerden tam kurtulamadım. İlacın bu sefer tümünü bitiriyorum. Son böcek de kaybolduğunda birden artık odamda olmadığımı anlıyorum. Bulunduğum yerde, kolumdan sızan küçük bir damla kan var, başka damlalar da var, bana ait olmayan. Nefesimin sesini duyuyorum. Artık nefes almam gerekmiyor.

Kapı açılıp hemşire odaya girince, ilk defa kesintisiz şekilde odamdaki son dakikaları düşünebildiğimi fark ettim. Hemşirenin rutin kontrolleri çabucak tamamlandı ve ben tekrar sessizlik ve karanlıkla baş başa kaldım.

Hastaneden eve döndüğümde herkes gözüme garip görünmüştü. Bana bakamıyorlardı. Herkes konuşmaya çekiniyordu. Kırılacakmışım gibi, aşırı özenli davranıyorlardı. Ama beni en çok arkadaşlarımın davranışları yaralamıştı. Pratik olarak beni hiç aramadılar. Arasalardı, diye düşünmüşümdür çok defa, ablamla bu kadar yakınlaşabilir miydık ?

Ailede babam dışında sorun yoktu denebilir, aile sorunumuz yoktu. Babamla ilgili sıkıntı, en çok ergenlikte göze batar hale gelmişti. Ablam bir şekilde kendini korumayı başarmıştı, o daha sakin ve soğukkanlı kalabiliyordu. Olayların etkisinde kalmıyordu – en azından o dönemde öyle olduğunu düşünüyordum. Bense, asi, çılgın, sabırsız, asla beklemeye dayanamıyordum. Ve tüm şimşekleri üzerime çekiyordum. Alkolik bir yetişkinin gel-gitleri arasında, hiç korumasız savrulup duruyordum. Çatışma kaçınılmazdı. Ne annemi, ne de ablamı dinliyordum, sadece kendimi önemsiyordum. Giderek arkadaşlarımla daha fazla zaman geçirir oldum, giderek sadece iyi olmayı istemeyi bir yaşam tarzına dönüştürdüm. Sadece iyi olmak amaç haline geldiğinde, ‘bir kez kokla, acaip iyi geliyor’ sözleri zararsız ve kolay göründü gözüme. Herkes yapıyor bahanesi bile akla yakın göründü. O dönem, iyi olmak adına, sonsuz bir istemek – daha çok istemek adına, hayatımı yuttu. Kendimi, içini göstermeyen, ama dışarının da tüm pisliğini toplayan bir kafes gibi hissediyordum. Uzun kollu gömlekler giymeye başlamıştım. Kullandığım ilaçlar, sonunda beni böceklere götürdü. Odamda, artık nefes almam gerekmeyen noktayı buldum. Ablam da beni.

Eski günleri düşünmek bugün bana acı vermedi. Ve beklemek, ilk defa beklemek de zor gelmedi.

Yeşim Acar, mayıs 2010.










Gri güzel bir renk midir ?

Uzak, çok uzaktan doktorun sesi geliyor. Yaptığı ameliyatın sonuçları ile ilgili bilgi veriyor olmalı. Zihnim hiç olmadığı kadar berrak. Fazladan üzerime gelen bu canlılık durumuna rağmen sessiz ve hala uyanmamış görünmek çok zor.

“Eşinizin durumu henüz belli değil. Ameliyat çok başarılıydı, o kadarını söyleyebilirim. Ama unutmamamız gereken önemli bir şey var: şu anda bu ameliyat dünyada ilk defa yapıldı. Kimse sonuçları bilmiyor. Hepimiz çok merak ediyoruz.”

İşte, bu doktor da tuzağa düştü. “Eşiniz” diyor benden bahsederken. Oysa, bir dosya olarak bilinip, bir kişi haline gelmeyi başaran Zümrüt’üm ben. Ama tabii ki kafası ‘beyim bilir’ düzeyinde çalıştığı için beni hemen harcadı. Çok sinirleniyorum, konuşmayı izlemeye çalışıyorum, ama laflar havalanıyor, tek tek harfler bir duvar gibi seslerin önünde yükseliyor, ben niye sinirleniyorumu çözemeden yeni bir ses ekleniyor

“Ziya bey, Zümrüt hala neden uyanmadı ?”
...
“Zümrüt, tatlım, uyanık mısın ?”

Uyandım ama konuşamıyorum. Gözlerimi açamıyorum. Aslında uyanmamış numarası yaptığımı sanıyordum, ama gerçekten de daha uyanmamışım. Zihnim burada, geziyor, ama hareket edemiyorum. Telaşlanmalı mıyım ? Yine doktorun sesi,

“Kas hareketlerini engelleyen ilaç verdik. Hareket edemez, ama bizi duyuyordur. Yapay hareketsizlik zihin işleyişini bozuyor, mutlaka bir şeylere sinirleniyordur şimdi.”
Sonrasında beni bir koza gibi sarmalayan o çok iyi tanıdığım karanlık kurtarıyor. Karanlık gri renkli ve puslu bir manzaraya açılıyor, rüya beni huzura kavuşturuyor. Görüntüde gökyüzüne doğru yükselen gri dağlar, daha gri bir tabaka ile kaplı, kar olmalı. Bilgilerime göre beyaz, kendi görüşüme göre gri. Görmeyi başardığım tek renk, rüyada bile.

Gördüğüm rengin adının gri olduğunu keşfettiğimde 23 yaşındaydım. Biraz aydınlık ve çok ışık altında gördüğüm görüntülerin herkesin anlattıklarına göre farklı olduğu ben daha çok küçükken ortaya çıkmıştı. Görme merkezinde beni muayene eden doktorlar çok şaşırmıştı, gri görme hastalığı diye bir hastalık vardı, ama benim gördüklerimin gri olup olmadığını anlayamıyorduk. ’Renk görmeyen’ olarak bana bir dosya açtılar ve eve yolladılar.

Gördüğüm renk miydi ? Bir adı var mıydı ? Kadının adı yok diye kitap vardı, rengin adı yok diye bir renk var mıydı ? Düşüncelerim karışmıştı. Ve, kendi kendime deneylere başladım. Köpeğim ‘Dost’ ve şimdiki kocam, o zaman sadece komşum, Zafer, bana yardım ettiler: Dost elimi yalayarak, Zafer deneylere sıkılmadan katılarak, ve bana ilk tanıştığımız günden itibaren adımla seslenerek.

Günlerin hava ve ışık durumuna göre gördüklerimizi (görmediklerimi) karşılaştırıyorduk. Acı verecek kadar aynı olan görüntüleri tanımlamaya çalışıyorduk. Ortak bir renk arıyorduk, adının ne olduğunu bilmiyorduk. Sabırla, bir gün, bir gün daha, Zafer’in yılmaz ve azimli desteği ile, Dost’un ıslak burnu avucumda… Nihayet , sonbaharda bir sabah Zafer neşesiz bir sesle

“bugün çalışamayız” dedi. “sisten göz gözü görmüyor.”

Kendiliğinden, farkında bile olamadan, sihirli kelimeleri söylemişti!

“Zafer” dedim, “ne renk ?”

Böylece gri rengi tanıdık. Zafer’le renk üzerinden kurduğum bu bağ, benim hayata tutunmamı sağladı. Sanırım hayatta kalmak istediğime o zaman karar verdim - bunu bir filmde duydum, söyleniş şekli çok hoşuma gitti; tarihsel orta Avrupa kentlerinden birinde geçen bir hikayeydi, Bruges, doğru hatırlıyorsam. Belki bir gün filmi görebilirdim, veya kenti ?

Az gri, çok gri, heryer gri, açık gri, koyu gri. Gri çeşitleri öyle fazlaydı ki, her an yeni bir gri buluyordum. Günler gri rengin içinde eriyordu. Zafer, yeşil daha güzel diyordu - bunun adımdaki renk olduğunu biliyordum - beni gerçekten güldürüyordu. Gülebildiğimi farkettiğimde, gri üzerine kurulu güzel gündelik hayatımızı tehlikeye atacak düşünceyi önce zihnimde belli belirsiz duydum. Griyi gördüğüme göre, daha fazlası olabilir miydi ?

Ve o günlerde hayatımıza Ziya bey girdi. Aniden hem de. Radyodan dinlediğim tiyatrolarda da hep öyle olur. En beklenmedik anda, tam pes etmişken, hiç bir şey değişmeyecek zannedilirken, herşey değişir. Evet, Ziya bey uzak kıtada çalışan bir görme uzmanı. Kendi araştırması için uygun hastaları renk ve görme sözcükleri ile veri tabanında ararken görme merkezinde dosyamı, dosyamda da beni bulmuş. Ben evimin bahçesinde otururken, kader ağlarını örmeye başlamış: bir düz, bir ters, bir gri.

“Zümrüt hanım siz misiniz ?”

Telefonda adımı söyleyen sesi duyduğumda başlayan değişimi hissettim. Dost dizimin dibinde titredi, o da sezmişti. Zafer, gülleri budamayı bırakıp yanımıza geldi.

“Benimle görüşmeyi kabul etmenize çok sevindim. Dosyanızı okuduğumda duyduğum heyecanı size anlatamam. Dünyada renk görmeyen dört kişi var, birisi sizsiniz. Sizin durumunuzu incelemeyi çok isterim, eğer izin verirseniz. ”

Adının Ziya olduğunu öğrendiğimiz doktor, görme uzmanıydı. Kendi deyimiyle, görmeyi düzeltme uzmanı. İşi gücü ışıkla uğraşmakmış, çocukluğundan beri. Üçgen prizmanın her köşesiyle, boy boy merceklerle ışık deneyleri yapıp durmuş. Bir süre sonra, aynı hareketlerin aynı sonuçları doğurduğunu anlamış. Bu sefer kayıt tutarak denemelerini sürdürmüş.

“Dünyada gri görmeyi düzeltebilecek yöntemi ben buldum. Bazı meslektaşlarımla beraber bir ekip halinde bu yöntemi insanlara da uygulayabilecek cihazları geliştirdik. Yüzyılın buluşu sayıldı.”

Telefondan sonra bu doktorla ilk görüşmemizdi. Doktora gördüğüm rengin gri olduğunu bulduğumuzu söylediğimde beni hemen görme merkezine çağırmıştı. Doktorun heyecanı bize de bulaşmıştı.

Hem adı Ziya, hem ışıkla oynuyor, gülümsedim. Zafer’le beraber bir film seyretmiştik. Dünyada birdenbire herkes göremez oluyordu. Daha doğrusu herşeyi beyaz görüyorlardı. Ortaya çıkan karmaşa, insanların bu yeni durum karşısındaki çaresizliği çok etkilemişti beni. O filmde önceden göremez olan bir adam vardı, bir de görmeye devam eden bir kadın. Şimdi ben, ikisinin arasında bir yerde, gri görüyordum.

Rüyalarımdaki gri ve güzel manzaraları düşündüm. Bir görünüp bir kaybolan gri görüntüleri düşledim, ama bu sefer bana huzur vermediler. Zümrüt yeşilini, kendi rengimi, Zafer’in kırmızısını, güllerinin rengini görmeyi istediğimi farkettim. Korkuyordum ve şaşkındım.

“Ziya bey, diğer üç kişiyi anlatır mısınız ?” dedim.

Kaygı ile dolu bir sessizlik aramıza girdi. Doktorun sesi rahatsızdı.

“Öldüler.”
...

“Evet, bilim çok şey, ama henüz herşeyi bilmiyoruz. Size bu üzücü haberi nasıl vereceğimi düşünüp duruyordum, benim için hiç kolauy olmadı. Neden öldüler bilmiyoruz. Açıklayamadık. Üç kişi de ayrı günlerde, başka başka merkezlerde, ameliyattan önceki gece, uykularında öldüler. Sizden daha yaşlıydılar, Zümrüt hanım, ve üçü de gri görmeye başlamadan önce tüm renkleri görüyormuş. Hastalığın nedenini bilmiyoruz, ama tedavisini biliyoruz, insana tuhaf geliyor, değil mi ?”


“Şimdi dünyadaki gri gören tek kişi olarak siz kaldınız. Bundan sonrası sizin kararınıza bağlı. İsterseniz sizi ameliyat edebilirim.”

Hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye başladı. Filmlerdeki gibi. Zafer’in siyah beyaz filmler dediği görüntülerdi. Birbirinden o kadar bile farklı değildi benim görgüklerim, gridi işte. ‘Göz gözü görmüyor’ demişti Zafer sisi anlatmak için, tatsız bir sesle.
Hüzünle Dost’u düşündüm, biraz da korunaklı, kendi içinde sınırlı ve saklı dünyamı. Yeşil ve kırmızının yan yana nasıl duracağını… ve kararımı verdim. Filme renk katmanın zamanı gelmişti. Emin bir sesle,

“Peki” dedim, “herşey için hazırım. Ve cevabım evet: gri bir renktir.”

Yeşim Acar, mart 2010.

Dağlarda


‘Sonra köpek seni terketti’ sözleriyle uyandı. Hızla ilerleyen tren hafif bir sarsıntı yaratarak yoluna devam ediyordu. Tam uyumuyordu aslında. Uyumakla uyumamak arasındaydı. Uzun zamandır derin uykuyu unutmuş, hayaller ve hayali konuşmalarla dolu alaca karanlıkta takılıp kalmıştı. Doğru, diye düşündü, o zaman köpeğin onu terk ettiğini düşünmüştü. Oysa, şimdiki düşüncesine göre, terkeden belki de o değildi. Öldükten sonra onun orada buzdan bir mezarda kalmasına göz yummuştu.
O gün dağda yaşadıklarını her hatırladığında, sağ ayağındaki protez kendi ayağı gibi sızlıyordu. Sağ elinin üç parmağının yerinde ifade edemeyeceği kadar büyük bir acı hissediyordu. Sol ayağının eksik parmaklarının yerinde de. Ayağının altında çatırdayan buz tabakasının kırılmasıyla birlikte soğuk ve karanlık dere suyu onu demirden bir örtü gibi kaplamıştı. Ölüm korkusu ile nefesi kesilmiş, aklında tek bir düşünce kalmıştı; ateş yakmak ve kurumak. Akılsız köpek, durmasını engellemeye çalışıyor, yola devam etmesi için çekiştirip duruyordu. Soğuktan donup öleceğini anlamıyordu. Korunmak için o karlarla kaplı kalın dallı çamı bulduğunda çok sevinmişti. Ateşi yakarken biraz zorlanmıştı, ama başarmıştı.
Utanç, kırgınlık ve öfke aynı anda nasıl hissedilirdi, bunu dünyada ondan iyi bilecek kimse yoktu. Homurdanarak oturduğu yumuşak koltuğa yerleşmeye çalıştı. Alpleri Jura dağlarına bağlayan trenle çıktığı bu yolculuk, şimdi uzadıkça uzuyor, bitmek bilmiyordu.
Uyuduğu sırada kompartmana gelen yolcu tam karşısına oturmuştu. Okuduğu gazetenin altından sağlam iki bacak görünüyordu. Hava kararmıştı. Tavanda yanan sarı titrek ışık kompartmanın içindekileri cama yansıtıyordu. Yarı açık kompartman kapısı. Tavan altındaki dolap kapaklarının ışıkla parlayan tutamakları. Lambanın kendisi. İki boş koltuk, birinde sırt çantası ve uyku tulumu. Gazete. Gazetenin altından çıkan sağlam bacaklar. Karşı koltukta da kendisi. Yılların yükü altında bükülmüş, buruşmuş yaşlı bir adam. Bir bacak. İkinci bacağın yerinde bir protez. Protezin yanında baston.
Bakışları, camın arkasından hızla kayıp giden karanlığa daldı. Dışarıdaki karanlık, kendi geleceğine benzeyen bir boşlukta kaybolma hissi yaratıyordu.
Ateşin etkisiyle, çam dallarından kopan karların kayarken çıkardığı hışırtıya benzeyen bir sesle irkildi. Burnuna ıslak odun kömürü kokusu doldu. Başından aşağıya, ensesinden sırtına yayılan ağırlıkla olduğu yere yığılıp kalmıştı. Hava açlığı içinde yerinde doğruldu. Sesi izledi ve gözleriyle gazetesinin sayfalarını çeviren yolcuyu buldu. Trende karanlık bir gecede yolda olduğunu hatırladı. Adamın yüzündeki ciddi ifade hoşuna gitti. Oğlu yaşında olmalıydı. Oğlu aklına geldiği anda, ‘seni asıl terkeden oğlundu’, dedi kendine. Başını cama dayayarak gözlerini kapadı. Karanlığı dinlerken anılar bir sel gibi onu sürüklemeye başladı. Karşı koyamadı.
Uykusunda tekrar genç oldu. Asık suratlı, kimseyi beğenmeyen bir genç. İki bacağı da sağlamdı. Tıpkı karşısında oturan adam gibi. Oğlu gibi. Kendini, onun gözleri ile kendine bakarken buldu, gördüklerinden pek hoşlanmadı.
‘Sen şimdi oğluna öğüt verecek yaştasın, ama verecek öğütün yok.’
Hayret, oğlu onunla konuşmuştu, oysa bugüne kadar hep susmuştu.
‘Evet, sana söylüyorum, babalık. Kendini herşeyden üstün gördün, herşeyi bilirim sandın. Köpek sana sadıktı işte, onu bilemedin. Kurt atalarından kalan içgüdüsüyle hem sağ kalmaya çalışıyordu, hem de seni kurtarmaya. Bunu da bilemedin. Seni seviyordu. Bunu, hiç bilemedin. En önemlisi, ona asla inanmadın. O bitkin haliyle gidip insanları buldu ve sana getirdi. Sonra, sen geri döndün, o dönmedi. Onu orada bıraktın. Senin adına utanıyorum. Bir çocuğun babası adına utanması ne demektir, biliyor musun ?’
Kan ter içinde kalmıştı, kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Yumuşak bir sesle kendisine seslenen genç adamı farketti. Bir bardak su uzatıyordu. Aç gözlülükle suya saldırdı. Kendisini merakla süzen yeşil gözlerin içine biraz çekinerek baktı. Sonra rahatladı, kendini güvende hissetti. Gençti adam, ama duruşunda görmüş geçirmişlikle beraber güven uyandıran bir taraf vardı. Hayatında kimseye güvenmemiş biri olarak bu hissettiklerine şaşırdı.
”Oğluma çok benziyorsunuz. Bir an sizi o sandım” dedi. Onun gözleri ile kendine baktığını söylemedi. Çok utandığını. Gördüklerinden korktuğunu.
“Siz de onun gibi öğrenci misiniz?” cevap bu sefer onu şaşırtmadı.
“Hayır, ben dağ rehberiyim. Gençlere dağları tanımayı ve dağlarda kaybolmamayı öğretiyorum.”
Genç adamın anlayışlı ve sıcak bakışlarını üzerinde duydu, istemeden eliyle protezli bacağını sıvazladı, eski anılarla ürperdi. Bu adam, diğer insanlar gibi gözlerini kaçırmıyordu. Sıkıntılı bir sessizlikle bakışa karşılık verirken,
“çok zor olmalı sizin için. Kayıplarınıza yol açan olayları anlatmanızı isterdim”
sözlerini duydu. Açık açık soruyordu işte. Bu da daha önce hiç başına gelmemişti.
“Dedem ve babam da dağ rehberiydi. Dağlarda sağ kalmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Dağdakileri evde beklemenin zorluğunu da.”
Cevap verecek gücü bulamadı. Daha doğrusu, ne diyeceğini bilemedi. Aslında oğlu bütün söylediklerinde haklıydı. Kimse herşeyi tek başına bilemezdi. O da bilememişti. Çok fazla hata yapmıştı. Karanlık yoğunlaşarak dışarıdan soğuk cama yapışmış, her yeri beyaz bir tül gibi kaplamıştı. Buz kristalleri simsiyah gecede küçük yıldızlar gibi parlıyordu.
Ateş söndükten sonra kıpırdayamamıştı. Yığıldığı yerde kalmıştı. Siyah korkutucu gecede uyku ile ölüm arasındaki yere sıkışmış, sonsuzluğun içinde kaybolmuştu. İnsanlar gelinceye kadar. Sonrası, hayal gibiydi; köpeğin yanına gelme çabası, bitkinlikle yere yığılması, son bakışı.
“Bırak onu çabuk. Çanta hazırlamanın hayati bir iş olduğunu bilmiyor musun ?” Kendi sesiydi kulağına gelen. Sert ve acımasızdı. Oğlu ile gidecekleri ilk kış gezisine hazırlanırken hem de. Çocuğun daha önce heves ve hayranlıkla parlayan gözlerinde de o zaman aynı bakışı görmüştü. Hayal kırıklığı. Üzüntü. Veda.
Bu birlikte yaptıkları son gezi olmuştu. Konuşmaları da yıllar içinde tek taraflı olmaya başlamış ve bir derenin dağda taşlar arasında yok olmasına benzer şekilde kaybolup gitmişti.
“Biraz daha su ister miydiniz ?”
Camdaki görüntüsüne yansıyan çaresizlikle içini çekti. Karanlık ve sessiz gece, tren dahil her şeyi yutmaya hazırlanıyordu.
”Bu yolculuğun benim için dönüşü yok.” dedi.

Yeşim Acar, mart 2010.

Hesaplaşma

“Anne, çıkıyorum ben.”
Kapı sesi ile birlikte sabah tüm acımasızlığı ile üzerime çöktü. Yataktan fırlayıp kapıya koşacak gücü kendimde bulamadım. Ama bunu yapmayı çok istedim. Yorganı başıma çekip yastığıma sıkı sıkı sarıldım. Eskiden yapılacak binlerce işim olurdu, evin ilk kalkıp hazırlıkları tamamlayan kişisi bendim. Sonra kahvaltı hazırlardım, bir de kızıma bazen öğle yemeği olarak ekmek arası. Lisenin bitmesiyle beraber tüm işlerim gereksizleşti, günler artık istediğim veya istemediğim kadar boş. Şair olsam, bomboş isimli bir şiir yazardım…
“Turgut, kendimi çok halsiz hissediyorum, canım yemek yemek istemiyor. Sence ne yapmalıyım?” Kocam doktor, dahiliye uzmanı, bilmesi lazım. Ben o zaman henüz ihtisas yapıyorum, zaten konum da çocuk hastalıkları. Büyüklerden anlamıyorum.
“Yarın bir doktora git istersen” diyor. Beni pek ciddiye almadı, her zamanki gibi. Tamam, mesajı aldım, kendim hallederim.
Akşam eve geldim, ışıkları açmadan uzunca bir süre oturdum. Düşünmek istiyordum, ama karabasan gibi, düşüncenin ucunu yakaladığımda kendi kayboluyordu. Hep aynı yere geri dönüyordum. Çözüm göremiyordum. Turgut’un geliş saati yaklaşıyordu. Sonra ne olacaktı? Ne düşünürsem düşüneyim, tüm işaretler bana bakıyordu.
“Neden ışıkları yakmadın? Baksana karanlık her taraf. Nasıl geçti günün? Ben bugün durmadan çalıştım, çok güzel hastalar geldi, hepsi ayrı bilmece, hoca yaptıklarımı ve yaklaşımımı çok beğendi…” banyoya doğru ilerlediğinde sesi azalıyor, ama anlatmaya devam ediyor. “Sonra bize konu verdi, bu akşam onu hazırlamam lazım, yarın nöbetçiyim, başka vaktim yok.” Gözlerimi kapatıp bu anın geçmesini bekliyorum. Yeterince beklersem, kendiliğinden geçer belki. Belki başkası gelip benim yerime konuşur. Ya da ben burada değilmişim gibi olur, hiç ses çıkartmazsam, burada olduğum anlaşılmaz mesela.
“Zehra, neredesin?” Buradayım, ama değilim. Benim, ama değilim. Birazdan sana söyleyeceklerimle beraber sen de sen olmayacaksın. Sen de başka bir yerde olacaksın. Sonra ne olacak? Sonra?
“Mutfaktayım.” Burası evin en sevdiğim yeri. Sığınak. Turgut’un ahşaptan yaptığı oturma köşesi öyle rahatlatıcı. Masanın üzerinde o günün gazetesi duruyor. Bugün bir de ince yazılı bir kağıt var. Benim laboratuardan aldığım tahlil sonucu. Kağıdın üzerindeki yazılar gözükmüyor, birazdan ışık yanınca saklanması mümkün olamayacak. Kağıdı yok etsem de fark etmez, değişiklik meydana geldi bir kere, ertelemek bile mümkün değil.
“Tatlım, buldum işte seni. Hiç ses vermedin, ne oldu? Doktora gittin mi?” Hayret, hatırladı. Yoksa şüpheleniyor mu? Başımı kaldırıp o çok iyi tanıdığım yüzün hatlarını inceliyorum. Ağız kenarındaki kıvrım, küçük bir gizli gamze, beklenti içinde. Gözleri heyecanla parlıyor. Ben hiç hareket etmiyorum. Hareket etmek istesem de edemem, isteyip istemediğimi bilmiyorum. Aslında yok olmak istiyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Gelip karşıma oturuyor. Şu an kağıdı görüyor olmalı, hışırtıdan eline aldığını biliyorum.
“Sevgilim” diyor, “bu gerçek mi?”
Evet, gerçek. İlk başlarda tatlı bir hayal, sonraları giderek ağırlaşan bir bedende tekmelerle somutlaşan yeni bir küçük varlık. Yorgun öğleden sonraları sırtına dayadığım kitaba ses etmezdin de sıcak kahve fincanını tekmelerdin. Çekince dururdun. Anlaşıyorduk diyeceğim, biraz abartı ile. Turgut etrafımızda, her zaman. Gerekli gereksiz arıyor: nasılsınız? İyiyiz. Ben çoktan bir kişi olma özelliğini kaybettim. Biz oldum.
O zamanlar bu durumun geçici olduğunu düşünüyorum. Hayatımda sadece annem ve babamdan gördüğüm ilgiyi şimdi kocam da gösteriyor. Vazgeçilmez biri gibi hissettiriyor. Aile olmak demek buymuş, diyorum içimden. Keşke daha önce düşünseydim… Düşünmek çok zor bir iş, kendi başıma vermem gereken bir karar için düşünmek. İhtisasım ne olacak? Bırakmak zorundayım. Ara vermek diyorlar, ama ara çok uzun. Bazı zorunluluklar nedeniyle erken izne ayrılıyorum. Sonrası karanlık. Olduğum iki kişiden biri tamamen yok olmak üzere, diğerinin hesabına. Turgut çok mutlu, hiç umursamıyor. Aman, düşünme, sonra devam edersin diyor, ama kendisi çalışmalarını hiç aksatmıyor. Sen doğduktan sonra da, ‘ders çalışmam lazım, sınavım var, doçentlik çok zor, bak ev geçindiriyorum’ diyerek hem de, beni kandırıyor. Kanmıyorum. Şimdi biliyorum kanmadığımı. Borçlanıyorum, sana ve bana. En çok da bana. Kanmadığımı kimse bilmezse fark edilmez diye düşündüğümü kendi kendime bile itiraf etmiyorum.
Kapıda bir anahtar sesi.
“Anne, kalkmadın mı? Yağmur yağıyor, şemsiye almak için geri döndüm.”
Bu sefer erteleyemem, kalkıyorum. Darmadağınık bir halde odamdan çıkıyorum. Karşımda gördüğüm genç insan, kızıl saçları ıslanmış ve alnına düşmüş, gömleği üzerine yapışmış, boyu benden uzun, benim küçük kızım olamaz. On yedi sene ne kadar çabuk geçti? Ben neredeydim?
“Biliyor musun anne, en iyisi şu okuma işinden ben de kurtulayım, senin gibi evde oturayım” diyor.
Önce dediğini anlamıyorum, ama sonra, on yedi sene öncesine, çocuk ihtisasını yarım bırakmadan öncesine geri dönüyorum. Yok olduğunu sandığım acı, kimsenin bana artık yardım edemeyeceğini anladığım zamanki çaresizlik, tüm benliğimi kaplıyor. Ezici bir duygu beni ele geçiriyor. Kaçamıyorum. Kaçınamıyorum.
“Anne, ne oldu anne, dur sana su getireyim, biraz uzan istersen” diyen hafif sesle beraber kolumda hissettiğim küçük el beni sarsıyor. Hiçbir şey eskisi gibi devam edemez, diyorum içimden, ben bir kişi olarak kendim için belki gerekli olan şeyi yapmadım. Ama senin için, kızım, ben olarak var olmaya çalışacağım. Günlerimin boşluğu, kaçtığım hayatın gerçekliği artık beni yıldıramayacak.
“Bak sana ne diyeceğim: bugünlük evde benimle kal, biraz dertleşelim.”
“Anne, bunu sen mi söylüyorsun? Biraz önce yaptığım şaka ile yere düşüyordun!”
“Evet, çocuğum. Bana yardım etmen gereken çok önemli bir konu var.”
Artık geri adım atamam. Yıllarca içimde biriktirdiğim pişmanlık, yok saymaya çalıştığım gündelik eksiklikler, Turgut’un ilgisizliği, ‘hiç vaktim kalmıyor ki’ lerin arkasına saklanması, kendimi hapsettiğim gerçek dışı dünya… hepsi ortaya çıktı artık, hepsi konuşulacak. İçimdeki korku dayanılır gibi değil. Anlatacaklarımdan sonra olacaklardan korkuyorum. Kendimle yüzleşmekten. Turgut’la yüzleşmekten. Kızımla yüzleşmekten de korkuyorum. Ama yaptığı anlamsız gözüken şaka içimdeki eski beni bir anda yeniden canlandırdı. Artık var olup olmadığını bile bilmediğim, ben olan kısımı. İki kişi olmadan önce, hayatımın vazgeçilmezi saydığım mesleğimi öğrenmeye çalışan beni.
“Haydi, sen üstündeki ıslak giysilerden kurtul, ben de güzel bir çay demleyeyim” diyorum. Kulağıma gelen kendi sesim farklı. Kararlı, kendini bilen bir ses duyuyorum. Heyecanlı, evet, evet, heyecanlı bir ses neredeyse. Bu seferki beklenti kendimle ilgili. Galiba kızım da değişikliği fark etti.
“Anne, on bin yıldır babam sana çay demletememişti?” Çocuk her şeyin farkında, görüntüye aldanmamış.
“Haydi, hazırlan da yanıma gel. Anlatacaklarım çok önemli.”
On yedi yıllık aradan sonra kendi kendime yarattğım, yaratılmasına izin verdiğim uykudan uyandım. Kızımın beni bir yetişkin olarak görmesini istiyorum. Onun beni dinlemesini istiyorum. Benim hayatımla ilgili verdiğim kararlarla, yanlış olsalar da, başa çıkabildiğimi görmesini istiyorum. Eğer hata yapacaksa, bu hataları kendisinin yapmasını, hatalarının ve kararlarının arkasında durmasını istiyorum. Görmezden gelmemesini. Kendinin birey olarak yok sayılmasına izin vermemesini. Başkalarının, çoğu zaman da en yakınındakilerin isteklerinin kendi isteklerine göre öncelik kazanmamasını. Ben mesleğimi kaybettim, kızımın da kaybetmesini istemiyorum. Ama bunu ona nasıl anlatacağımı bilmiyorum.
“Çay ne güzel koktu, anne.”

“Bana ne anlatacaktın ?”
“Lafa nerden başlayacağımı pek bilemedim, çocuğum. Sen liseye başladıktan sonra bir edebiyat grubunun kitap okuma toplantılarına katıldığımı biliyorsun. Sen ve baban bunu zaman zaman dalga konusu yapardınız, hatırlıyor musun ? Zaman kaybı diyordu baban. Belki de unuttun, bir süre sonra takılmaları bıraktınız. Sizin için önemli bir şey değildi zaten.”
“Tamam, anne, uzatmadan söyle işte. O okuma toplantılarında ne bulduğunu hiç anlamadım gerçekten. Ben hep neden doktorluk yapacağına o okuma grubuna katıldığını merak ettim.”
“Sana tam da söylemeye çalıştığım işte bu. Mesleğimdem uzak düşmüş olmak beni çok yaraladı. Tamam, senin varlığın çok önemli, ama, ben hayatta çok yapmak istediğim işi tamamlamadan yarım bıraktım. Bak, ‘bıraktım’ diyorum. Kendi kararımdı.”
“Ne demek istiyorsun, yani benim yüzümden mi bıraktın ?”
“Hayır, senin yüzünden değildi. Ama neden senmişsin gibi görünmesine izin verdim. Babanı yıllarca bunun için suçladım.”
“Anne, söylediklerini duyuyor musun? Ne demek şimdi bu ?”
“Tost ister misin ?”

“Ben hep çocuk doktoru olmayı istemiştim. İhtisas sınavını kazanmak çok zordu, bir şekilde başardım. Sonra hamile kaldım. Babanla ara vermemi kararlaştırdık. Ben de bu karar uygunmuş gibi davrandım. Belki uygundur diye düşündüm. Herkes ‘sonra tamamlarsın’ diyordu. Bunun mümkün olmadığını anlayamadım. Hayatın kimseyi beklemediğini de.”
“Anne, benimle hiç böyle konuşmamıştın. Çok önemli laflar ediyorsun. Düşünmem lazım. Ben bize tost yapayım, sen anlatmaya devam et, olur mu ?”
“Anlatacak fazla bir şey yok aslında.”
“Nasıl yani ?”
“Çok uzun zaman geçti aradan. İnsan, ara uzayınca kopan bağlantıyı yerine koyamıyor. Ara arttıkça artıyor. Yani yol ayrımında verilen karar önemli, bir yolu seçersen, o yola devam ediyorsun. Diğer yola devam etmek artık mümkün olmuyor. O yol, başka bir seçimin yolu oluyor.”
“Tostuna domates ister misin ?”
“Farketmez.”

“İstemem.”
“Hep böyle yapıyorsun işte, insanların senin yerine karar vermesine izin veriyorsun.”
“Abarttın ama.
Neyse, sana asıl anlatmak istediğim başka bir şey var. Yani aslında sormak istiyorum. Yani aslında yardımına ihtiyacım var.”
“Bilmece gibi konuşmasana, anne, hiçbir şey anlamıyorum!”
“Okuma grubunda sırayla okuyoruz. Son sefer toplantımıza bir yayıncı katılmıştı. Benim güzel okuduğumu düşünüyor.”

“Görme engelli çocuklar için kitap okumamı istedi.”

“Ne dersin, yapabilir miyim sence ?”

“Neden bir şey söylemiyorsun ?”
“Ne hatırladım şimdi, biliyor musun ? Bana gece okumalarını. Ne okudunsa onu düşünürdüm. Öyle gerçek okurdun, çok hoşuma giderdi. Ertesi gün bile hala senin okuduklarının sesi kulağımda olurdu. Şimdi bunları çocuklar için mi okuyacaksın ?”
“Evet, yani, deneme yapacaklar, okuma değerlendirme jürisi beğenirse olacak.”
“Anne, jüri çocuklarsa kesin olur.”
“Ne kadar emin konuştun ? Tostlar yanıyor galiba.”
“Tamam, yanmadı, sadece kızardı, çıkardım işte, sen de korku filmi gibi konuştun, her şeyi unutturdun!”
“Eğer kabul ederlerse, çok iş var. Altından tek başıma kalkamam. Biraz yardıma ihtiyacım olacak. Yardım eder misin ?”
“Ben ne yapabilirim ki ?”
“Teknik işler ve eleştiri sana bakar ? Okuduklarımı başta kontrol etmen gerekecek, ben alışıncaya kadar, ne dersin ? Tost da pek güzel olmuş, senin elinden…“
“Nerdeyse yanıyordu hani! Lafı karıştırma, hem de seve seve yardım ederim. Ne gerekirse yaparım. Ama merak ettim şimdi, bu iş seni mutlu edecek mi ? Yani demek istediğim, doktorluk gibi değil, değil mi ?”
“Evet, haklısın. Doktorluk gibi değil. Ama çok severek yaptığım bir iş olacak, belki de iyi yaptığım bir iş olacak. Bir işi hem sevmek hem de o işle geçinmek çoğu zaman mümkün olmuyor. Bu benim için ikinci bir şans gibi. “
“Hem beraber daha çok zaman geçirmiş oluruz, değil mi ? Benim de sana sormak istediğim şeyler oluyor, biliyor musun ?”
“Ne, mesela ?”
“Hayatta yapmak istediklerimle ilgili. Herkesin bu konuda kesin fikirleri var, benim de tam tersine, hiç yok!”

“Sevdiğim bazı şeyler var, okumak mesela, edebiyat, mesela, ya da yabancı diller. Bunların meslek seçimi için yeterli olup olmadıklarını kestiremiyorum.”
“Bak şimdi, hem de benim okuma toplantılarımla dalga geçerken, öyle mi ?”

“Şaka yaptım, canım, küsme sakın. Bir bir olduk. Ayrıca, ne yapmak istersen iyi yapacağından eminim, canım. Biliyor musun, bunları konuştuğumuz için üzerimden büyük bir yük kalktı.”
“Bundan sonrası bize bağlı, değil mi, anne ?”
“Tam söylediğin gibi, bize bağlı.”
“İyi o zaman, bak yağmur da durmuş. Birkaç ders kaçırdım, ama hiç değilse devamına yetişeyim, ne dersin ?”

Kapının kapanma sesiyle birlikte bu sabahı düşündüğümde aradan bir asır geçmiş gibi geliyor şimdi. Bulutlar dağılmış, güneş açıyor dışarıda. İçimdeki karanlığın azaldığını hissediyorum. Bunca yıl sonra, tekrar ben olmak yolundayım. En azından bunu biliyorum.
Yeşim Acar, mart 2010.

Künye

Elimdeki künyeye baktım. Üzerinde sade şekilde ‘gül’ yazılıydı. İkinci karadelik sonrası büyük sıçrama zamanına göre, kendisini tanımlamak için kullandığı isim. Geçmişten kalmış çiçek resimleri ile dolu bir kitaptan isim seçmek günümüzde moda sayılıyordu. Moda da eski bir alışkanlıktı, ama geçerliliğini koruyordu. Birinci karadelik öncesi zamandan kalma dört ayaklı ve yüzeyi sert bir oturma cihazından karşımdaki duvarı kaplayan saydam yüzeydeki gül resmine bakıyorum şimdi. Kalın taşlı duvarlardan oluşmuş bir yapının içindeyim. İçimdeki boşluk içinde oturduğum boşluktan daha büyük. Eski insanlar bu duygu durumunu ‘kayıp nedeniyle üzüntü’ olarak sınıflandırmışlar, ama ben araştırdım, bizim kullandığımız duygu programında bu tanım yok. Bu tür tanımlara çok meraklıyım, ben onlara ‘yenieski’ diyorum. Araştırmalarımın çoğu ‘geçersiz işlem’ nedeniyle son buluyor, ama ben yine de devam ediyorum, künyemdeki ‘şair’ beni zorluyor. Benim isimim de bu. Gücü temsilen “aslan” olsun isterdim, ama genetik atalarım bu ismi vermişler bir kere, değiştiremiyorum. Belki de değiştirmek istediğim, hayatıma yaptığı etki.
Bugün Gül’ün künyesini ana bilgisayara iade etme günü. Duygu bankasından kendime hazırladığım programda aslında önce biraz üzüntü ve hüzün, sonra beklenti ve en sona da heyecan ve neşe aktarmıştım. Ama işlem sırasında hayallere daldığım için hüzün aktarımı uzamış. Hüzün ve üzüntünün kendi kendini beslediğini artık biliyorum. Aynı şey heyecan ve neşe aktarımında olmuyor. Heyecan ve neşe miktarı hem sabit, hem de etkisi geçici. Şimdi de bir türlü hüznü aşıp beklenti ve heyecan basamaklarına geçemiyorum.
Duygu durumu olarak hüzün beni hep eski zamanlara götürür. Bugün de düşüncelerim kafamdan uçup ikinci kadöz’e gitti. O zamanlar, adına kağıt denilen malzemelerden oluşturulmuş, kitap denilen küçük tuğlalar bulunuyormuş.Bu kitaplar, birinci kadöz’de daha da yaygın olarak kullanılıyormuş. Benim gen ağacımın o çağlara uzanımındaki atalarım, ‘güncel teknoloji’ yerine ‘eski değerleri taşıyan belgeler, yazılı kültür’ diye tanımladıkları bu kitapları biriktirmiş ve korumuş. Oysa o çağlardan günümüze kalması öngörülmüş hiçbir şey kalamamıştı. Sanal kayıt ve depolama esasına dayalı geçmişimiz bir manyetik dalganın kırılması sonucunda, yani büyük sıçrama zamanında, yok olmuştu. Yazılar, sesler, görüntüler, her şey.
Bir kitabın açık sayfasında künyenin de arkasında bulunan gül resmi görünüyor. Günümüzde okuma bilen sayılı kişilerden biri olarak, diğer sayfalardaki küçük şekillerin yazıyı oluşturduğunu biliyorum. Kadöz müzesindeyim, izinsiz ve programsız. Müze yıllardır herkese toplu halde açık, ama kişisel kullanımı yasak.
Gülü kaybettiğimden beri her gün buraya geliyorum. Beraber okuduğumuz kitaba bakıyorum. Gülün adı. Gül’ün en çok sevdiği kitap.
‘Tekrar gülmeyi öğrenirsek birbirimizi bir görüntünün ötesinde sevmeyi de öğrenebiliriz’ diyen sesi kulağımda.
Şimdi Gül’ün künyesi elimde, geleceğimi düşünüyorum. Künyeyi iade ettiğimde yeni bir künye seçme hakkım var. Yeni bir künye ile beraber yeni bir gelecek. Bilim insanlarına göre, büyük sıçrama zamanında artık gelecekten çok geleceksizlik var, ama ben geçmiş varsa gelecek de vardır diye akıl yürütmeyi tercih ediyorum. Yüzyıllık yalnızlık gibi yazılar, hem sonlu hem sonsuz, biliyorum.
Okudukça yüreğime biraz beklenti sızıyor. Hüzün hafifliyor ve neşe ortaya çıkacak gibi oluyor. Kendime seçeceğim yeni künyenin resimsiz, neşeli ve eskilere ait biri olmasını istediğimi anlıyorum. Görüntünün ötesinde, modaya takılmadan, seveceğim kişi. Gelecekte geçmişi yaşamış olarak bulunmak istiyorum, olmak ya da olmamak, bütün mesele bu.
Yeşim Acar, nisan 2010.

9 Şubat 2010 Salı

ölüm kalım

Etrafım karanlık. Çok da sessiz. Küçücük bir alanda hapisim. Soğuk hissediyorum. Yattığım yüzey sert ve pürüzsüz. Her yerim bir örtü ile kaplı. Göz kapaklarım birbirine dikilmiş, gözlerim açılmıyor artık. Ellerim, kollarım ve gövdem kaskatı. Kazık gibi. Jalenin kulakları çınlasın, durma öyle kazık gibi, derdi, beraber gülerdik. Ben kalabalığa girince tutulurum, işte Jale o anlarda bu espiri ile beni kurtarır. Jale benim kırk yıllık karım. O ölünce bana yalnızlık kaldı. Yalnızlık ve zamansızlık.
Sessizliği bozan bir gürültü ve kulaklarımı rahatsız eden bir çınlama başlıyor. Kilitli kapakların açılma ve çarpma sesleri geliyor. Çelik yüzeyler sürtünüyor, buna tekerlek seslerinin takırtısı karışıyor. Birden kuvvetli eller beni yerimden çıkartıp kalıp gibi bir tepsiye alıyorlar. Kendimi fena kokulu, kocaman lambaların aydınlattığı, kapıları ardına kadar açık olan bir salonda buluyorum. Gürültü başladığı gibi kesiliyor, etrafım tekrar karanlık ve sessiz.
Kulağıma bu sefer konuşma sesleri geliyor. “Hocam hazırız”, diyor genç bir erkek sesi, “öğrencileri alalım mı?” “Alın bakalım”, diyor daha yaşlı ve kendinden emin farklı bir erkek sesi, “yeni anatomi grubuna hep birlikte hoş geldin diyelim.” Seslerin geldiği tarafa dönemediğim halde her şeyi görüyorum: 12 masada 12 beden örtüye sarılı bir şekilde yatıyoruz. Her taraf mermer ve taş kaplı, yüksek tavanlı geniş bir salondayız. Korku içinde gözlerimi kapatıyorum, ama gözlerim zaten kapalı, görmeye devam ediyorum. Bir görevli gelip örtümü açıyor. Yalnızlık ve mahremiyet sona eriyor.
Bütün hayatım boyunca bilime inandım. Jale ile en iyi anlaştığımız konu buydu diyebilirim. Ben vücudumu tıp fakültesine bağışladığımı söylediğim zaman gözlerindeki hayranlık dolu bakışı asla unutamam. Gençken insan ölümü düşünmüyor. Yani kendi başına da geleceğini düşünmüyor. Kaygısızca ben de bilime hizmet falan diyerek bu bağışı yaptım. Şimdi görüyorum ki, işte ben de öldüm.
Kapılar açılıyor. Onlarca ayak sesi salona doluşuyor. Öğrenciler. Beyaz önlükleri ile, hepsi en az benim kadar şaşkın. Birbirlerine sokulmuş şekilde duruyorlar, çıt çıkmıyor. Biraz önce duyduğum kendinden emin ses salonda çınlıyor, “uygulamalı anatomi dersine bugün başlıyoruz. 12 masamız var, 10 kişilik gruplar halinde çalışacağız. Kitaplarınızı açarak önce dersi izleyeceksiniz, sonra günlük programı herkes kendi masasında uygulayacak. Sorusu olan var mi ?” diyor. Evet, diye haykırıyorum, sesim çıkmıyor. Ben masadakiyim, ben ne olacağım ? 10 kişilik bir öğrenci grubu etrafımda toplandı bile. Korkmuyorum desem yalan olur.
Her iki kolum birkaç dersde kemik hizasına kadar katmanlarına ayrıldı bile. Başta titrek olan eller giderek ustalaştı, bistüriler birer sihirli değnek gibi değdikleri yerleri ortaya serdiler. Mırıl mırıl konuşuyorlar. Ben bile zor işitiyorum, öyle yavaş konuşuyorlar. Kulağıma “formol ne kötü kokuyor, gözlerimi yaktı, kadavra ne kadar kuru, her şeyin rengi aynı” gibi sözler çalınıyor sadece. Benden bahsediyorlar, ama yine de alınmıyorum. Ölünce dokuların değişime uğradığını herkes bilir, ama görmek apayrı. Bence de her şey ürkütücü ve aynı zamanda çok tanıdık. Korkum yersizmiş, hiç canım yanmadı. Ama Jalenin hayranlığı da boş değilmiş. Bu günleri düşünebilseydim belki bu kadar cesur olamazdım? Cıscıbıldak herkesin içinde bir masada… Bu cesaret durumu biraz karışık. Öğrencilerin kendi aralarındaki konuşmalardan onların da korktuğunu öğrendim. Gerçekten de, genç yaşta ölümle karşılaşmış oluyorlar. Ben ölü olarak korktuğuma göre, haklılar bence. Ölüm de hayatın bir parçası, biliyoruz, ama iş başa düşünce göründüğü gibi asla değil.
Bazen ben de uzaktan onların yaptıklarına bakıyorum. Yattğım yerden yukarıdan bakmak başta tuhaf geldi, ama şimdi alıştım. Cilt ciltaltını geçtikten sonra hangisi sinir hangisi damar, nasıl biliyorlar, çok merak ediyorum. Her şey kahverengi. Geçen gün, başka bir masadan bir öğrenci hocaya tam da bu soruyu sordu. Hoca zıp diye kürsünün üstüne sıçrayıverdi. “Bana bakın”, dedi. Hemen sonra kürsünün altına saklandı. “Beni görüyor musunuz”, diye sordu. Hep bir ağızdan “göremiyoruz” dediler. “Peki beni arasanız bulabilir misiniz?” "Evet!” Hoca tekrar kürsünün önüne geldi “tanıdığınız nesneyi nereye saklanırsa saklansın, bulabilirsiniz, neyle uğraştığınızı iyi bilin, onu iyi tanımaya bakın” dedi. Hayat dersi işte. Yaşadığım hergün bunu yapmaya çalışmıştım. Her konuda.
Bir süre sonra tuhaf bir şey oldu. Gençlerden biri derse başlarken “günaydın Necati bey, bugün nasılsınız?” dedi. Nerden biliyordu ki, gerçekten de adım buydu. Akşamları temizlik için gelen görevlilerden aslında kimliklerin gizli tutulduğunu öğrenmiştim. Benim kimliğim acaba nasıl ortaya çıkmıştı ? Çok mu fazla etrafa bakıp dikkat çekmiştim acaba… Neyse, daha sonra anlaşıldı. Meğer çocuk, Jalenin uzak bir akrabasıymış, onlar benim ne zaman derse çıkacağımı takip ediyorlarmış. Sanki sahneye çıkıyorum. Şu yaşayanlar da bazen pek düşüncesiz oluyorlar.
Bugün farklı bir gün. İlk salona geldiğim gün gibi sessiz. Tek fark, artık içimiz dışımız meydanda. Vücudumuzu saran koruyucu örtü de artık üzerimizi kaplamıyor ve tam anlamıyla çıplağız. Üstelik her yerimizden ucunda numaralar yazılı olan çengeller sarkıyor. Ben bütün numaraların karşılığını öğrendim. Sınav doğal olarak öğrenciler için. Hayatın her günü sınav derler, ölümde de sınav olduğunu eklemek istiyorum.
Yeşim Acar, şubat 2010.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Kaybolmak veya geziden dönmek

Yeşil taştan oyulmuş küçük bir kaplumbağa. Görür görmez onu çağırmıştı. Elini uzattı, raftan alıp avucuna koydu: el ayası kadardı, yüzeyi pürüzsüzdü, koyu yeşil renkliydi. Sırtında taşıdığı kalkan her iki yanda gövdesi üzerine eğilmiş, açık yeşil çizgilerle tamamlanmıştı. Başı ileriye ve hafifçe yukarıya doğru uzanmış, ayakları da gövde ve başı ile uyum içinde yürüme hareketi yapıyor gibi duruyordu. Hediyelik eşyaların yapay havası hiç yoktu, sahici gibiydi, rengi hariç. Zeynep açık raflı tezgaha arkasını dönüp geriye baktı. Tam seslenmek üzere ağzını açıyordu ki, Yavuz’un yanına gelmiş olduğunu gördü. O da elindeki küçük esere bakıyordu. Bak, ne buldum, dedi. Heyecenla parlayan gözlere ve neşeyle kıvrılmış dudaklara baka kaldı genç adam. Sevdiği kadının coşkusu mu onu daha çok etkiledi, yoksa elinde tuttuğu küçük yeşil taş parçası mı onu bir anda büyülemişti, tam anlayamadı. Hayatım, dedi, çok güzel. Bunca kalabalık arasından bunu nasıl çıkartıp aldın ? Ben hepsini aynı görüyorum. Yavuz uzun boylu, ela gözlerinde benekleri olan sakin yapılı bir gençti. Zeynep onu hep şaşırtıyordu. Şimdi de elinde tuttuğu, taştan öte, küçük bir misafir, bir arkadaş, onlardan biriydi sanki. Nefes bile alıyordu belki de. El ele tutuşarak, yeşil taş aralarında, arabalarına doğru gittiler. Planları tüm Akdeniz sahili boyunca çadırları ile konaklayarak eski yerleşim yerlerini gezmekti. Açık havada bulunmak, çam kokuları arasında denize girmek, eski insanların basmış olduğu taşlara beraber tekrar basmak…
Gezi bitmişti. İstanbul’a evlerine dönmüşlerdi. Gündelik hayata geçişte eşyaların yerleştirilmesi, kamp malzemelerinin gözden geçirilerek yerine kaldırılması, aile ziyaretleri derken akşam oldu. Birden Zeynep’in aklına küçük yeşil taş geldi. Çantasına baktı, yoktu. Ceplerini karıştırdı, kirli çamaşırların arasına baktı, ama zaten kirli sepeti boştu, her şeyi yıkayıp asmıştı bile, orda olsa, eline gelirdi. Tekrar bütün evi dolaştı. Herhalde Yavuz alıp kaldırdı veya kendi cebine attı, diye düşündü. Kendi kendine gülümsedi, bütün gezi boyunca Yavuz ona takılıp durmuştu – bu küçük taşı benden çok seviyorsun, onu bir an bile yanından ayırmadın – diye. Yorgun hissetti kendini aniden. Biraz oturup düşünmeye çalıştı. En son nerde görmüştü, eline almıştı, gözlerini kapattı: hep gözünün önüne çadırları geliyordu. Yavuz çadırı havalanması için balkona asmıştı. Hemen yerinden kalktı, balkondaki ince kumaşların arasına ellerini daldırdı, tüm katmanları tek tek elden geçirdi. Ama yoktu. Bir umut yine akşam eve gelecek olan Yavuz’daydı. Mutfağa geçti, yemek hazırlıklarına başladı.
Kapıdaki anahtar çevirme sesi ile birlikte hemen kapıya koştu. Merhaba canım, hoş geldin, nasılsın, dedi hızlı hızlı. Noldu tatlım, canını sıkan bir şey mi oldu ? Yavuz ona dönmüş dikkatle onu inceliyordu. Küçük kaplumbağamız kayıp, son umudum sende olması derken daha onda da olmadığını anladı.
Tüm yıl boyunca bildik işler yapıldı, yine çalışıldı, eğlenildi, ama hep bir eksiklik mi vardı ? Zeynep işte bunları düşünüyordu arkadaşları ile beraber dağ gezisinden dönecek olan Yavuz’u beklerken. Küçücük taş, nasıl sevdirdi kendini, sihirli miydi acaba, belki de onlarla gezmek istemişti, sonra da taşların arasına karışmıştı ? Gözlerinin önüne sonsuz sayıda irili ufaklı taşlar, taşların üzerinde yürüyen yeşil renkli kaplumbağalar geldi. Kaplumbağalar üstte miydi, yoksa onlar taş mıydı, burnuna çam kokusu doldu, kaplumbağalardan biri ona döndü ve bak gezdim geri geldim dedi. Oturduğu yerden kalktı, uyuklarken boynu tutulmuştu, saat de çok geç olmuştu. Karanlık gecede sokağa dönen bir araba farı camı aydınlattı. Arkadaşları Yavuzu bırakıp yollarına devam ettiler. Yavuz cama bakıp el salladı. İçi sıcacık oldu bir anda, hemen kapıya koştu.
Bak sana ne getirdim, dedi bu sefer Yavuz. Avucunda yeşil taştan oyulmuş küçük bir kaplumbağa duruyordu. Biliyor musun, diye anlatmaya başladı, son kampı topladık, tam yola çıkmaya hazırlanırken arkamdan seslendiler, bu galiba senden düştü diye. Ne düşsün ki, düşecek birşey yok diye düşündüm, ama baktım. Ve, işte küçük arkadaşımız yeşil kısa çimenlerin ve kendisi gibi taşların arasında duruyordu. Aslında görülmesi bile mümkün değildi, bizimkiler nasıl gördü, anlayamadım.
yeşim acar, 2010.

veda

Şarkı söylüyorum içimden, beni kimse görmüyor, kimse duymuyor. Rüzgar saçlarımı dağıtıyor, çerçevedeki resim gibiyim. Pencereler boş, terk edilmiş evler dişsiz ağızlar gibi. Bakamıyorum, gözlerimi kapatıyorum. Jaluzi ile yalnızlık arasında sıkışıp kaldım, yükselip kurtulmaya çalışıyorum. Daha yükselirsem düşeceğimi biliyorum. Yine de dayanamıyorum, gözlerimi açıp bakıyorum. Kimsenin gitmediği yol, benim kadar boş. Kimsenin görmediği adam, belki de beni görebilecek tek kişi.
Kalabalıklar içinde kayboluyorum. Ayaklar altında eşsiz ve tek olmayı hayal ediyorum. Artık yerimdeyim: kaldırımdaki üşümüş köpek gibi, kendi kendime uzanıyorum.
Yeşim Acar, 2009.

3 Ocak 2010 Pazar

cam küre

Büyük, ahşap bir masada, açık bir kitabın iki sayfasının ortasında duruyorum. Kitabın hem üstündeyim, hem de kitap benim içimde. Upuzun bir koridor, kitaplarla kaplı duvarlar, odanın yüksek tavanı, hepsi aynı şekilde kendi yüzeyimde tutsak. Uzak görüntüler küçük, yakındakiler büyük görünüyor. Benim görevim sayfaları açık tutmak. Kitabın içine geçemiyorum, ama o sayfaların içindeyim, aslında sayfalar, daha önce de dediğim gibi, benim içimde. Görüntünün sınırları ile yansıyan bir sonsuzluk gibi. Ben bir cam küreyim. Pırıltım, ince uzun pencerelerden giren güneş ışınları ile daha da artıyor. Herkes dönüp bana bakıyor. Gururla ben de herkese bakıyorum, onları bir parçam haline getiriyorum. Çok sevdiğim bu ortamda mutluyum. Etrafta insanlar dolaşıyor, herkes bir şeyler arıyor. Bazıları buluyor, bazıları bulamıyor. Aradığını bulamayanlardan hep biraz çekinmişimdir. Birden, dağınık giysili bir genç yaklaşıyor. Kulaklıklarından tanımlayamadığım bir müzik yayılıyor. Biraz fazla gürültülü. Gözleri bana bakıyor galiba, ama sanırım beni görmüyor. Belki de kitapla ilgileniyor. Elini bana doğru uzatırken, kalbim hop ediyor,. En sevdiğim kişi araya giriyor. O bu kütüphanenin görevlisi, benim de sahibim. İkimiz de çok yaşlıyız, ama bu şu an konu dışı. Merhaba, size nasıl yardımcı olabilirim ? diyen sesini duyuyorum. Gencin gözleri ışıl ışıl, camımdan geçen ışıkta parlıyor, nefesi gürültülü biraz. Ellerini sallıyor. Tavana kadar galerideki tüm kitapları taradım, ama aradığımı bulamadım. Nasıl bulabilirdim ki, kitap tam bu masada açık duruyormuş, diyor, beni işaret ediyor. Üstüne de tuhaf bir şey konmuş, sanki süs, kullanılmayacak da seyredilecekmiş gibi. Büyük hareketler yapan eller bana hızla yaklaşıyor, birisi beni dikkatsizce kenara çekiyor. Havalanıyorum, sonra masanın tahtası üzerinde takırtılar çıkartarak yuvarlanmaya başlıyorum. Bir dakika çocuğum, ben …. Demeye kalmadan yerdeyim. Binlerce parçayım artık. Yerde, içimdeki harfler ve koridorlar yok olmuş, öylece hareketsiz duruyorum. Cam kırıkları halinde. Beni toplamak üzere koşturan insanların ellerine batıyorum, düzgün yüzeyime dokunmaktan hoşlanan eller uzaklaşıyor, dokunanlar ise kırmızı lekeler bırakıyor. Ben artık ben değilim, binlerce parça cam oldum, daha önce yansıttığım dünyanın içinde kayboldum. Dağınık giysili genç beni kendine benzetti. Kocaman elleri şimdi çaresiz, yanına sarkmış. Yere bana bakıyor, ışıltısız, renksiz, sessiz. Böyle olmasını istemedim, diyor, çok üzgünüm.
yeşim acar, 2009.