23 Mayıs 2010 Pazar

Hesaplaşma

“Anne, çıkıyorum ben.”
Kapı sesi ile birlikte sabah tüm acımasızlığı ile üzerime çöktü. Yataktan fırlayıp kapıya koşacak gücü kendimde bulamadım. Ama bunu yapmayı çok istedim. Yorganı başıma çekip yastığıma sıkı sıkı sarıldım. Eskiden yapılacak binlerce işim olurdu, evin ilk kalkıp hazırlıkları tamamlayan kişisi bendim. Sonra kahvaltı hazırlardım, bir de kızıma bazen öğle yemeği olarak ekmek arası. Lisenin bitmesiyle beraber tüm işlerim gereksizleşti, günler artık istediğim veya istemediğim kadar boş. Şair olsam, bomboş isimli bir şiir yazardım…
“Turgut, kendimi çok halsiz hissediyorum, canım yemek yemek istemiyor. Sence ne yapmalıyım?” Kocam doktor, dahiliye uzmanı, bilmesi lazım. Ben o zaman henüz ihtisas yapıyorum, zaten konum da çocuk hastalıkları. Büyüklerden anlamıyorum.
“Yarın bir doktora git istersen” diyor. Beni pek ciddiye almadı, her zamanki gibi. Tamam, mesajı aldım, kendim hallederim.
Akşam eve geldim, ışıkları açmadan uzunca bir süre oturdum. Düşünmek istiyordum, ama karabasan gibi, düşüncenin ucunu yakaladığımda kendi kayboluyordu. Hep aynı yere geri dönüyordum. Çözüm göremiyordum. Turgut’un geliş saati yaklaşıyordu. Sonra ne olacaktı? Ne düşünürsem düşüneyim, tüm işaretler bana bakıyordu.
“Neden ışıkları yakmadın? Baksana karanlık her taraf. Nasıl geçti günün? Ben bugün durmadan çalıştım, çok güzel hastalar geldi, hepsi ayrı bilmece, hoca yaptıklarımı ve yaklaşımımı çok beğendi…” banyoya doğru ilerlediğinde sesi azalıyor, ama anlatmaya devam ediyor. “Sonra bize konu verdi, bu akşam onu hazırlamam lazım, yarın nöbetçiyim, başka vaktim yok.” Gözlerimi kapatıp bu anın geçmesini bekliyorum. Yeterince beklersem, kendiliğinden geçer belki. Belki başkası gelip benim yerime konuşur. Ya da ben burada değilmişim gibi olur, hiç ses çıkartmazsam, burada olduğum anlaşılmaz mesela.
“Zehra, neredesin?” Buradayım, ama değilim. Benim, ama değilim. Birazdan sana söyleyeceklerimle beraber sen de sen olmayacaksın. Sen de başka bir yerde olacaksın. Sonra ne olacak? Sonra?
“Mutfaktayım.” Burası evin en sevdiğim yeri. Sığınak. Turgut’un ahşaptan yaptığı oturma köşesi öyle rahatlatıcı. Masanın üzerinde o günün gazetesi duruyor. Bugün bir de ince yazılı bir kağıt var. Benim laboratuardan aldığım tahlil sonucu. Kağıdın üzerindeki yazılar gözükmüyor, birazdan ışık yanınca saklanması mümkün olamayacak. Kağıdı yok etsem de fark etmez, değişiklik meydana geldi bir kere, ertelemek bile mümkün değil.
“Tatlım, buldum işte seni. Hiç ses vermedin, ne oldu? Doktora gittin mi?” Hayret, hatırladı. Yoksa şüpheleniyor mu? Başımı kaldırıp o çok iyi tanıdığım yüzün hatlarını inceliyorum. Ağız kenarındaki kıvrım, küçük bir gizli gamze, beklenti içinde. Gözleri heyecanla parlıyor. Ben hiç hareket etmiyorum. Hareket etmek istesem de edemem, isteyip istemediğimi bilmiyorum. Aslında yok olmak istiyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Gelip karşıma oturuyor. Şu an kağıdı görüyor olmalı, hışırtıdan eline aldığını biliyorum.
“Sevgilim” diyor, “bu gerçek mi?”
Evet, gerçek. İlk başlarda tatlı bir hayal, sonraları giderek ağırlaşan bir bedende tekmelerle somutlaşan yeni bir küçük varlık. Yorgun öğleden sonraları sırtına dayadığım kitaba ses etmezdin de sıcak kahve fincanını tekmelerdin. Çekince dururdun. Anlaşıyorduk diyeceğim, biraz abartı ile. Turgut etrafımızda, her zaman. Gerekli gereksiz arıyor: nasılsınız? İyiyiz. Ben çoktan bir kişi olma özelliğini kaybettim. Biz oldum.
O zamanlar bu durumun geçici olduğunu düşünüyorum. Hayatımda sadece annem ve babamdan gördüğüm ilgiyi şimdi kocam da gösteriyor. Vazgeçilmez biri gibi hissettiriyor. Aile olmak demek buymuş, diyorum içimden. Keşke daha önce düşünseydim… Düşünmek çok zor bir iş, kendi başıma vermem gereken bir karar için düşünmek. İhtisasım ne olacak? Bırakmak zorundayım. Ara vermek diyorlar, ama ara çok uzun. Bazı zorunluluklar nedeniyle erken izne ayrılıyorum. Sonrası karanlık. Olduğum iki kişiden biri tamamen yok olmak üzere, diğerinin hesabına. Turgut çok mutlu, hiç umursamıyor. Aman, düşünme, sonra devam edersin diyor, ama kendisi çalışmalarını hiç aksatmıyor. Sen doğduktan sonra da, ‘ders çalışmam lazım, sınavım var, doçentlik çok zor, bak ev geçindiriyorum’ diyerek hem de, beni kandırıyor. Kanmıyorum. Şimdi biliyorum kanmadığımı. Borçlanıyorum, sana ve bana. En çok da bana. Kanmadığımı kimse bilmezse fark edilmez diye düşündüğümü kendi kendime bile itiraf etmiyorum.
Kapıda bir anahtar sesi.
“Anne, kalkmadın mı? Yağmur yağıyor, şemsiye almak için geri döndüm.”
Bu sefer erteleyemem, kalkıyorum. Darmadağınık bir halde odamdan çıkıyorum. Karşımda gördüğüm genç insan, kızıl saçları ıslanmış ve alnına düşmüş, gömleği üzerine yapışmış, boyu benden uzun, benim küçük kızım olamaz. On yedi sene ne kadar çabuk geçti? Ben neredeydim?
“Biliyor musun anne, en iyisi şu okuma işinden ben de kurtulayım, senin gibi evde oturayım” diyor.
Önce dediğini anlamıyorum, ama sonra, on yedi sene öncesine, çocuk ihtisasını yarım bırakmadan öncesine geri dönüyorum. Yok olduğunu sandığım acı, kimsenin bana artık yardım edemeyeceğini anladığım zamanki çaresizlik, tüm benliğimi kaplıyor. Ezici bir duygu beni ele geçiriyor. Kaçamıyorum. Kaçınamıyorum.
“Anne, ne oldu anne, dur sana su getireyim, biraz uzan istersen” diyen hafif sesle beraber kolumda hissettiğim küçük el beni sarsıyor. Hiçbir şey eskisi gibi devam edemez, diyorum içimden, ben bir kişi olarak kendim için belki gerekli olan şeyi yapmadım. Ama senin için, kızım, ben olarak var olmaya çalışacağım. Günlerimin boşluğu, kaçtığım hayatın gerçekliği artık beni yıldıramayacak.
“Bak sana ne diyeceğim: bugünlük evde benimle kal, biraz dertleşelim.”
“Anne, bunu sen mi söylüyorsun? Biraz önce yaptığım şaka ile yere düşüyordun!”
“Evet, çocuğum. Bana yardım etmen gereken çok önemli bir konu var.”
Artık geri adım atamam. Yıllarca içimde biriktirdiğim pişmanlık, yok saymaya çalıştığım gündelik eksiklikler, Turgut’un ilgisizliği, ‘hiç vaktim kalmıyor ki’ lerin arkasına saklanması, kendimi hapsettiğim gerçek dışı dünya… hepsi ortaya çıktı artık, hepsi konuşulacak. İçimdeki korku dayanılır gibi değil. Anlatacaklarımdan sonra olacaklardan korkuyorum. Kendimle yüzleşmekten. Turgut’la yüzleşmekten. Kızımla yüzleşmekten de korkuyorum. Ama yaptığı anlamsız gözüken şaka içimdeki eski beni bir anda yeniden canlandırdı. Artık var olup olmadığını bile bilmediğim, ben olan kısımı. İki kişi olmadan önce, hayatımın vazgeçilmezi saydığım mesleğimi öğrenmeye çalışan beni.
“Haydi, sen üstündeki ıslak giysilerden kurtul, ben de güzel bir çay demleyeyim” diyorum. Kulağıma gelen kendi sesim farklı. Kararlı, kendini bilen bir ses duyuyorum. Heyecanlı, evet, evet, heyecanlı bir ses neredeyse. Bu seferki beklenti kendimle ilgili. Galiba kızım da değişikliği fark etti.
“Anne, on bin yıldır babam sana çay demletememişti?” Çocuk her şeyin farkında, görüntüye aldanmamış.
“Haydi, hazırlan da yanıma gel. Anlatacaklarım çok önemli.”
On yedi yıllık aradan sonra kendi kendime yarattğım, yaratılmasına izin verdiğim uykudan uyandım. Kızımın beni bir yetişkin olarak görmesini istiyorum. Onun beni dinlemesini istiyorum. Benim hayatımla ilgili verdiğim kararlarla, yanlış olsalar da, başa çıkabildiğimi görmesini istiyorum. Eğer hata yapacaksa, bu hataları kendisinin yapmasını, hatalarının ve kararlarının arkasında durmasını istiyorum. Görmezden gelmemesini. Kendinin birey olarak yok sayılmasına izin vermemesini. Başkalarının, çoğu zaman da en yakınındakilerin isteklerinin kendi isteklerine göre öncelik kazanmamasını. Ben mesleğimi kaybettim, kızımın da kaybetmesini istemiyorum. Ama bunu ona nasıl anlatacağımı bilmiyorum.
“Çay ne güzel koktu, anne.”

“Bana ne anlatacaktın ?”
“Lafa nerden başlayacağımı pek bilemedim, çocuğum. Sen liseye başladıktan sonra bir edebiyat grubunun kitap okuma toplantılarına katıldığımı biliyorsun. Sen ve baban bunu zaman zaman dalga konusu yapardınız, hatırlıyor musun ? Zaman kaybı diyordu baban. Belki de unuttun, bir süre sonra takılmaları bıraktınız. Sizin için önemli bir şey değildi zaten.”
“Tamam, anne, uzatmadan söyle işte. O okuma toplantılarında ne bulduğunu hiç anlamadım gerçekten. Ben hep neden doktorluk yapacağına o okuma grubuna katıldığını merak ettim.”
“Sana tam da söylemeye çalıştığım işte bu. Mesleğimdem uzak düşmüş olmak beni çok yaraladı. Tamam, senin varlığın çok önemli, ama, ben hayatta çok yapmak istediğim işi tamamlamadan yarım bıraktım. Bak, ‘bıraktım’ diyorum. Kendi kararımdı.”
“Ne demek istiyorsun, yani benim yüzümden mi bıraktın ?”
“Hayır, senin yüzünden değildi. Ama neden senmişsin gibi görünmesine izin verdim. Babanı yıllarca bunun için suçladım.”
“Anne, söylediklerini duyuyor musun? Ne demek şimdi bu ?”
“Tost ister misin ?”

“Ben hep çocuk doktoru olmayı istemiştim. İhtisas sınavını kazanmak çok zordu, bir şekilde başardım. Sonra hamile kaldım. Babanla ara vermemi kararlaştırdık. Ben de bu karar uygunmuş gibi davrandım. Belki uygundur diye düşündüm. Herkes ‘sonra tamamlarsın’ diyordu. Bunun mümkün olmadığını anlayamadım. Hayatın kimseyi beklemediğini de.”
“Anne, benimle hiç böyle konuşmamıştın. Çok önemli laflar ediyorsun. Düşünmem lazım. Ben bize tost yapayım, sen anlatmaya devam et, olur mu ?”
“Anlatacak fazla bir şey yok aslında.”
“Nasıl yani ?”
“Çok uzun zaman geçti aradan. İnsan, ara uzayınca kopan bağlantıyı yerine koyamıyor. Ara arttıkça artıyor. Yani yol ayrımında verilen karar önemli, bir yolu seçersen, o yola devam ediyorsun. Diğer yola devam etmek artık mümkün olmuyor. O yol, başka bir seçimin yolu oluyor.”
“Tostuna domates ister misin ?”
“Farketmez.”

“İstemem.”
“Hep böyle yapıyorsun işte, insanların senin yerine karar vermesine izin veriyorsun.”
“Abarttın ama.
Neyse, sana asıl anlatmak istediğim başka bir şey var. Yani aslında sormak istiyorum. Yani aslında yardımına ihtiyacım var.”
“Bilmece gibi konuşmasana, anne, hiçbir şey anlamıyorum!”
“Okuma grubunda sırayla okuyoruz. Son sefer toplantımıza bir yayıncı katılmıştı. Benim güzel okuduğumu düşünüyor.”

“Görme engelli çocuklar için kitap okumamı istedi.”

“Ne dersin, yapabilir miyim sence ?”

“Neden bir şey söylemiyorsun ?”
“Ne hatırladım şimdi, biliyor musun ? Bana gece okumalarını. Ne okudunsa onu düşünürdüm. Öyle gerçek okurdun, çok hoşuma giderdi. Ertesi gün bile hala senin okuduklarının sesi kulağımda olurdu. Şimdi bunları çocuklar için mi okuyacaksın ?”
“Evet, yani, deneme yapacaklar, okuma değerlendirme jürisi beğenirse olacak.”
“Anne, jüri çocuklarsa kesin olur.”
“Ne kadar emin konuştun ? Tostlar yanıyor galiba.”
“Tamam, yanmadı, sadece kızardı, çıkardım işte, sen de korku filmi gibi konuştun, her şeyi unutturdun!”
“Eğer kabul ederlerse, çok iş var. Altından tek başıma kalkamam. Biraz yardıma ihtiyacım olacak. Yardım eder misin ?”
“Ben ne yapabilirim ki ?”
“Teknik işler ve eleştiri sana bakar ? Okuduklarımı başta kontrol etmen gerekecek, ben alışıncaya kadar, ne dersin ? Tost da pek güzel olmuş, senin elinden…“
“Nerdeyse yanıyordu hani! Lafı karıştırma, hem de seve seve yardım ederim. Ne gerekirse yaparım. Ama merak ettim şimdi, bu iş seni mutlu edecek mi ? Yani demek istediğim, doktorluk gibi değil, değil mi ?”
“Evet, haklısın. Doktorluk gibi değil. Ama çok severek yaptığım bir iş olacak, belki de iyi yaptığım bir iş olacak. Bir işi hem sevmek hem de o işle geçinmek çoğu zaman mümkün olmuyor. Bu benim için ikinci bir şans gibi. “
“Hem beraber daha çok zaman geçirmiş oluruz, değil mi ? Benim de sana sormak istediğim şeyler oluyor, biliyor musun ?”
“Ne, mesela ?”
“Hayatta yapmak istediklerimle ilgili. Herkesin bu konuda kesin fikirleri var, benim de tam tersine, hiç yok!”

“Sevdiğim bazı şeyler var, okumak mesela, edebiyat, mesela, ya da yabancı diller. Bunların meslek seçimi için yeterli olup olmadıklarını kestiremiyorum.”
“Bak şimdi, hem de benim okuma toplantılarımla dalga geçerken, öyle mi ?”

“Şaka yaptım, canım, küsme sakın. Bir bir olduk. Ayrıca, ne yapmak istersen iyi yapacağından eminim, canım. Biliyor musun, bunları konuştuğumuz için üzerimden büyük bir yük kalktı.”
“Bundan sonrası bize bağlı, değil mi, anne ?”
“Tam söylediğin gibi, bize bağlı.”
“İyi o zaman, bak yağmur da durmuş. Birkaç ders kaçırdım, ama hiç değilse devamına yetişeyim, ne dersin ?”

Kapının kapanma sesiyle birlikte bu sabahı düşündüğümde aradan bir asır geçmiş gibi geliyor şimdi. Bulutlar dağılmış, güneş açıyor dışarıda. İçimdeki karanlığın azaldığını hissediyorum. Bunca yıl sonra, tekrar ben olmak yolundayım. En azından bunu biliyorum.
Yeşim Acar, mart 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder