23 Mayıs 2010 Pazar

Künye

Elimdeki künyeye baktım. Üzerinde sade şekilde ‘gül’ yazılıydı. İkinci karadelik sonrası büyük sıçrama zamanına göre, kendisini tanımlamak için kullandığı isim. Geçmişten kalmış çiçek resimleri ile dolu bir kitaptan isim seçmek günümüzde moda sayılıyordu. Moda da eski bir alışkanlıktı, ama geçerliliğini koruyordu. Birinci karadelik öncesi zamandan kalma dört ayaklı ve yüzeyi sert bir oturma cihazından karşımdaki duvarı kaplayan saydam yüzeydeki gül resmine bakıyorum şimdi. Kalın taşlı duvarlardan oluşmuş bir yapının içindeyim. İçimdeki boşluk içinde oturduğum boşluktan daha büyük. Eski insanlar bu duygu durumunu ‘kayıp nedeniyle üzüntü’ olarak sınıflandırmışlar, ama ben araştırdım, bizim kullandığımız duygu programında bu tanım yok. Bu tür tanımlara çok meraklıyım, ben onlara ‘yenieski’ diyorum. Araştırmalarımın çoğu ‘geçersiz işlem’ nedeniyle son buluyor, ama ben yine de devam ediyorum, künyemdeki ‘şair’ beni zorluyor. Benim isimim de bu. Gücü temsilen “aslan” olsun isterdim, ama genetik atalarım bu ismi vermişler bir kere, değiştiremiyorum. Belki de değiştirmek istediğim, hayatıma yaptığı etki.
Bugün Gül’ün künyesini ana bilgisayara iade etme günü. Duygu bankasından kendime hazırladığım programda aslında önce biraz üzüntü ve hüzün, sonra beklenti ve en sona da heyecan ve neşe aktarmıştım. Ama işlem sırasında hayallere daldığım için hüzün aktarımı uzamış. Hüzün ve üzüntünün kendi kendini beslediğini artık biliyorum. Aynı şey heyecan ve neşe aktarımında olmuyor. Heyecan ve neşe miktarı hem sabit, hem de etkisi geçici. Şimdi de bir türlü hüznü aşıp beklenti ve heyecan basamaklarına geçemiyorum.
Duygu durumu olarak hüzün beni hep eski zamanlara götürür. Bugün de düşüncelerim kafamdan uçup ikinci kadöz’e gitti. O zamanlar, adına kağıt denilen malzemelerden oluşturulmuş, kitap denilen küçük tuğlalar bulunuyormuş.Bu kitaplar, birinci kadöz’de daha da yaygın olarak kullanılıyormuş. Benim gen ağacımın o çağlara uzanımındaki atalarım, ‘güncel teknoloji’ yerine ‘eski değerleri taşıyan belgeler, yazılı kültür’ diye tanımladıkları bu kitapları biriktirmiş ve korumuş. Oysa o çağlardan günümüze kalması öngörülmüş hiçbir şey kalamamıştı. Sanal kayıt ve depolama esasına dayalı geçmişimiz bir manyetik dalganın kırılması sonucunda, yani büyük sıçrama zamanında, yok olmuştu. Yazılar, sesler, görüntüler, her şey.
Bir kitabın açık sayfasında künyenin de arkasında bulunan gül resmi görünüyor. Günümüzde okuma bilen sayılı kişilerden biri olarak, diğer sayfalardaki küçük şekillerin yazıyı oluşturduğunu biliyorum. Kadöz müzesindeyim, izinsiz ve programsız. Müze yıllardır herkese toplu halde açık, ama kişisel kullanımı yasak.
Gülü kaybettiğimden beri her gün buraya geliyorum. Beraber okuduğumuz kitaba bakıyorum. Gülün adı. Gül’ün en çok sevdiği kitap.
‘Tekrar gülmeyi öğrenirsek birbirimizi bir görüntünün ötesinde sevmeyi de öğrenebiliriz’ diyen sesi kulağımda.
Şimdi Gül’ün künyesi elimde, geleceğimi düşünüyorum. Künyeyi iade ettiğimde yeni bir künye seçme hakkım var. Yeni bir künye ile beraber yeni bir gelecek. Bilim insanlarına göre, büyük sıçrama zamanında artık gelecekten çok geleceksizlik var, ama ben geçmiş varsa gelecek de vardır diye akıl yürütmeyi tercih ediyorum. Yüzyıllık yalnızlık gibi yazılar, hem sonlu hem sonsuz, biliyorum.
Okudukça yüreğime biraz beklenti sızıyor. Hüzün hafifliyor ve neşe ortaya çıkacak gibi oluyor. Kendime seçeceğim yeni künyenin resimsiz, neşeli ve eskilere ait biri olmasını istediğimi anlıyorum. Görüntünün ötesinde, modaya takılmadan, seveceğim kişi. Gelecekte geçmişi yaşamış olarak bulunmak istiyorum, olmak ya da olmamak, bütün mesele bu.
Yeşim Acar, nisan 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder