23 Mayıs 2010 Pazar

Dağlarda


‘Sonra köpek seni terketti’ sözleriyle uyandı. Hızla ilerleyen tren hafif bir sarsıntı yaratarak yoluna devam ediyordu. Tam uyumuyordu aslında. Uyumakla uyumamak arasındaydı. Uzun zamandır derin uykuyu unutmuş, hayaller ve hayali konuşmalarla dolu alaca karanlıkta takılıp kalmıştı. Doğru, diye düşündü, o zaman köpeğin onu terk ettiğini düşünmüştü. Oysa, şimdiki düşüncesine göre, terkeden belki de o değildi. Öldükten sonra onun orada buzdan bir mezarda kalmasına göz yummuştu.
O gün dağda yaşadıklarını her hatırladığında, sağ ayağındaki protez kendi ayağı gibi sızlıyordu. Sağ elinin üç parmağının yerinde ifade edemeyeceği kadar büyük bir acı hissediyordu. Sol ayağının eksik parmaklarının yerinde de. Ayağının altında çatırdayan buz tabakasının kırılmasıyla birlikte soğuk ve karanlık dere suyu onu demirden bir örtü gibi kaplamıştı. Ölüm korkusu ile nefesi kesilmiş, aklında tek bir düşünce kalmıştı; ateş yakmak ve kurumak. Akılsız köpek, durmasını engellemeye çalışıyor, yola devam etmesi için çekiştirip duruyordu. Soğuktan donup öleceğini anlamıyordu. Korunmak için o karlarla kaplı kalın dallı çamı bulduğunda çok sevinmişti. Ateşi yakarken biraz zorlanmıştı, ama başarmıştı.
Utanç, kırgınlık ve öfke aynı anda nasıl hissedilirdi, bunu dünyada ondan iyi bilecek kimse yoktu. Homurdanarak oturduğu yumuşak koltuğa yerleşmeye çalıştı. Alpleri Jura dağlarına bağlayan trenle çıktığı bu yolculuk, şimdi uzadıkça uzuyor, bitmek bilmiyordu.
Uyuduğu sırada kompartmana gelen yolcu tam karşısına oturmuştu. Okuduğu gazetenin altından sağlam iki bacak görünüyordu. Hava kararmıştı. Tavanda yanan sarı titrek ışık kompartmanın içindekileri cama yansıtıyordu. Yarı açık kompartman kapısı. Tavan altındaki dolap kapaklarının ışıkla parlayan tutamakları. Lambanın kendisi. İki boş koltuk, birinde sırt çantası ve uyku tulumu. Gazete. Gazetenin altından çıkan sağlam bacaklar. Karşı koltukta da kendisi. Yılların yükü altında bükülmüş, buruşmuş yaşlı bir adam. Bir bacak. İkinci bacağın yerinde bir protez. Protezin yanında baston.
Bakışları, camın arkasından hızla kayıp giden karanlığa daldı. Dışarıdaki karanlık, kendi geleceğine benzeyen bir boşlukta kaybolma hissi yaratıyordu.
Ateşin etkisiyle, çam dallarından kopan karların kayarken çıkardığı hışırtıya benzeyen bir sesle irkildi. Burnuna ıslak odun kömürü kokusu doldu. Başından aşağıya, ensesinden sırtına yayılan ağırlıkla olduğu yere yığılıp kalmıştı. Hava açlığı içinde yerinde doğruldu. Sesi izledi ve gözleriyle gazetesinin sayfalarını çeviren yolcuyu buldu. Trende karanlık bir gecede yolda olduğunu hatırladı. Adamın yüzündeki ciddi ifade hoşuna gitti. Oğlu yaşında olmalıydı. Oğlu aklına geldiği anda, ‘seni asıl terkeden oğlundu’, dedi kendine. Başını cama dayayarak gözlerini kapadı. Karanlığı dinlerken anılar bir sel gibi onu sürüklemeye başladı. Karşı koyamadı.
Uykusunda tekrar genç oldu. Asık suratlı, kimseyi beğenmeyen bir genç. İki bacağı da sağlamdı. Tıpkı karşısında oturan adam gibi. Oğlu gibi. Kendini, onun gözleri ile kendine bakarken buldu, gördüklerinden pek hoşlanmadı.
‘Sen şimdi oğluna öğüt verecek yaştasın, ama verecek öğütün yok.’
Hayret, oğlu onunla konuşmuştu, oysa bugüne kadar hep susmuştu.
‘Evet, sana söylüyorum, babalık. Kendini herşeyden üstün gördün, herşeyi bilirim sandın. Köpek sana sadıktı işte, onu bilemedin. Kurt atalarından kalan içgüdüsüyle hem sağ kalmaya çalışıyordu, hem de seni kurtarmaya. Bunu da bilemedin. Seni seviyordu. Bunu, hiç bilemedin. En önemlisi, ona asla inanmadın. O bitkin haliyle gidip insanları buldu ve sana getirdi. Sonra, sen geri döndün, o dönmedi. Onu orada bıraktın. Senin adına utanıyorum. Bir çocuğun babası adına utanması ne demektir, biliyor musun ?’
Kan ter içinde kalmıştı, kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Yumuşak bir sesle kendisine seslenen genç adamı farketti. Bir bardak su uzatıyordu. Aç gözlülükle suya saldırdı. Kendisini merakla süzen yeşil gözlerin içine biraz çekinerek baktı. Sonra rahatladı, kendini güvende hissetti. Gençti adam, ama duruşunda görmüş geçirmişlikle beraber güven uyandıran bir taraf vardı. Hayatında kimseye güvenmemiş biri olarak bu hissettiklerine şaşırdı.
”Oğluma çok benziyorsunuz. Bir an sizi o sandım” dedi. Onun gözleri ile kendine baktığını söylemedi. Çok utandığını. Gördüklerinden korktuğunu.
“Siz de onun gibi öğrenci misiniz?” cevap bu sefer onu şaşırtmadı.
“Hayır, ben dağ rehberiyim. Gençlere dağları tanımayı ve dağlarda kaybolmamayı öğretiyorum.”
Genç adamın anlayışlı ve sıcak bakışlarını üzerinde duydu, istemeden eliyle protezli bacağını sıvazladı, eski anılarla ürperdi. Bu adam, diğer insanlar gibi gözlerini kaçırmıyordu. Sıkıntılı bir sessizlikle bakışa karşılık verirken,
“çok zor olmalı sizin için. Kayıplarınıza yol açan olayları anlatmanızı isterdim”
sözlerini duydu. Açık açık soruyordu işte. Bu da daha önce hiç başına gelmemişti.
“Dedem ve babam da dağ rehberiydi. Dağlarda sağ kalmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Dağdakileri evde beklemenin zorluğunu da.”
Cevap verecek gücü bulamadı. Daha doğrusu, ne diyeceğini bilemedi. Aslında oğlu bütün söylediklerinde haklıydı. Kimse herşeyi tek başına bilemezdi. O da bilememişti. Çok fazla hata yapmıştı. Karanlık yoğunlaşarak dışarıdan soğuk cama yapışmış, her yeri beyaz bir tül gibi kaplamıştı. Buz kristalleri simsiyah gecede küçük yıldızlar gibi parlıyordu.
Ateş söndükten sonra kıpırdayamamıştı. Yığıldığı yerde kalmıştı. Siyah korkutucu gecede uyku ile ölüm arasındaki yere sıkışmış, sonsuzluğun içinde kaybolmuştu. İnsanlar gelinceye kadar. Sonrası, hayal gibiydi; köpeğin yanına gelme çabası, bitkinlikle yere yığılması, son bakışı.
“Bırak onu çabuk. Çanta hazırlamanın hayati bir iş olduğunu bilmiyor musun ?” Kendi sesiydi kulağına gelen. Sert ve acımasızdı. Oğlu ile gidecekleri ilk kış gezisine hazırlanırken hem de. Çocuğun daha önce heves ve hayranlıkla parlayan gözlerinde de o zaman aynı bakışı görmüştü. Hayal kırıklığı. Üzüntü. Veda.
Bu birlikte yaptıkları son gezi olmuştu. Konuşmaları da yıllar içinde tek taraflı olmaya başlamış ve bir derenin dağda taşlar arasında yok olmasına benzer şekilde kaybolup gitmişti.
“Biraz daha su ister miydiniz ?”
Camdaki görüntüsüne yansıyan çaresizlikle içini çekti. Karanlık ve sessiz gece, tren dahil her şeyi yutmaya hazırlanıyordu.
”Bu yolculuğun benim için dönüşü yok.” dedi.

Yeşim Acar, mart 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder