23 Mayıs 2010 Pazar

Gri güzel bir renk midir ?

Uzak, çok uzaktan doktorun sesi geliyor. Yaptığı ameliyatın sonuçları ile ilgili bilgi veriyor olmalı. Zihnim hiç olmadığı kadar berrak. Fazladan üzerime gelen bu canlılık durumuna rağmen sessiz ve hala uyanmamış görünmek çok zor.

“Eşinizin durumu henüz belli değil. Ameliyat çok başarılıydı, o kadarını söyleyebilirim. Ama unutmamamız gereken önemli bir şey var: şu anda bu ameliyat dünyada ilk defa yapıldı. Kimse sonuçları bilmiyor. Hepimiz çok merak ediyoruz.”

İşte, bu doktor da tuzağa düştü. “Eşiniz” diyor benden bahsederken. Oysa, bir dosya olarak bilinip, bir kişi haline gelmeyi başaran Zümrüt’üm ben. Ama tabii ki kafası ‘beyim bilir’ düzeyinde çalıştığı için beni hemen harcadı. Çok sinirleniyorum, konuşmayı izlemeye çalışıyorum, ama laflar havalanıyor, tek tek harfler bir duvar gibi seslerin önünde yükseliyor, ben niye sinirleniyorumu çözemeden yeni bir ses ekleniyor

“Ziya bey, Zümrüt hala neden uyanmadı ?”
...
“Zümrüt, tatlım, uyanık mısın ?”

Uyandım ama konuşamıyorum. Gözlerimi açamıyorum. Aslında uyanmamış numarası yaptığımı sanıyordum, ama gerçekten de daha uyanmamışım. Zihnim burada, geziyor, ama hareket edemiyorum. Telaşlanmalı mıyım ? Yine doktorun sesi,

“Kas hareketlerini engelleyen ilaç verdik. Hareket edemez, ama bizi duyuyordur. Yapay hareketsizlik zihin işleyişini bozuyor, mutlaka bir şeylere sinirleniyordur şimdi.”
Sonrasında beni bir koza gibi sarmalayan o çok iyi tanıdığım karanlık kurtarıyor. Karanlık gri renkli ve puslu bir manzaraya açılıyor, rüya beni huzura kavuşturuyor. Görüntüde gökyüzüne doğru yükselen gri dağlar, daha gri bir tabaka ile kaplı, kar olmalı. Bilgilerime göre beyaz, kendi görüşüme göre gri. Görmeyi başardığım tek renk, rüyada bile.

Gördüğüm rengin adının gri olduğunu keşfettiğimde 23 yaşındaydım. Biraz aydınlık ve çok ışık altında gördüğüm görüntülerin herkesin anlattıklarına göre farklı olduğu ben daha çok küçükken ortaya çıkmıştı. Görme merkezinde beni muayene eden doktorlar çok şaşırmıştı, gri görme hastalığı diye bir hastalık vardı, ama benim gördüklerimin gri olup olmadığını anlayamıyorduk. ’Renk görmeyen’ olarak bana bir dosya açtılar ve eve yolladılar.

Gördüğüm renk miydi ? Bir adı var mıydı ? Kadının adı yok diye kitap vardı, rengin adı yok diye bir renk var mıydı ? Düşüncelerim karışmıştı. Ve, kendi kendime deneylere başladım. Köpeğim ‘Dost’ ve şimdiki kocam, o zaman sadece komşum, Zafer, bana yardım ettiler: Dost elimi yalayarak, Zafer deneylere sıkılmadan katılarak, ve bana ilk tanıştığımız günden itibaren adımla seslenerek.

Günlerin hava ve ışık durumuna göre gördüklerimizi (görmediklerimi) karşılaştırıyorduk. Acı verecek kadar aynı olan görüntüleri tanımlamaya çalışıyorduk. Ortak bir renk arıyorduk, adının ne olduğunu bilmiyorduk. Sabırla, bir gün, bir gün daha, Zafer’in yılmaz ve azimli desteği ile, Dost’un ıslak burnu avucumda… Nihayet , sonbaharda bir sabah Zafer neşesiz bir sesle

“bugün çalışamayız” dedi. “sisten göz gözü görmüyor.”

Kendiliğinden, farkında bile olamadan, sihirli kelimeleri söylemişti!

“Zafer” dedim, “ne renk ?”

Böylece gri rengi tanıdık. Zafer’le renk üzerinden kurduğum bu bağ, benim hayata tutunmamı sağladı. Sanırım hayatta kalmak istediğime o zaman karar verdim - bunu bir filmde duydum, söyleniş şekli çok hoşuma gitti; tarihsel orta Avrupa kentlerinden birinde geçen bir hikayeydi, Bruges, doğru hatırlıyorsam. Belki bir gün filmi görebilirdim, veya kenti ?

Az gri, çok gri, heryer gri, açık gri, koyu gri. Gri çeşitleri öyle fazlaydı ki, her an yeni bir gri buluyordum. Günler gri rengin içinde eriyordu. Zafer, yeşil daha güzel diyordu - bunun adımdaki renk olduğunu biliyordum - beni gerçekten güldürüyordu. Gülebildiğimi farkettiğimde, gri üzerine kurulu güzel gündelik hayatımızı tehlikeye atacak düşünceyi önce zihnimde belli belirsiz duydum. Griyi gördüğüme göre, daha fazlası olabilir miydi ?

Ve o günlerde hayatımıza Ziya bey girdi. Aniden hem de. Radyodan dinlediğim tiyatrolarda da hep öyle olur. En beklenmedik anda, tam pes etmişken, hiç bir şey değişmeyecek zannedilirken, herşey değişir. Evet, Ziya bey uzak kıtada çalışan bir görme uzmanı. Kendi araştırması için uygun hastaları renk ve görme sözcükleri ile veri tabanında ararken görme merkezinde dosyamı, dosyamda da beni bulmuş. Ben evimin bahçesinde otururken, kader ağlarını örmeye başlamış: bir düz, bir ters, bir gri.

“Zümrüt hanım siz misiniz ?”

Telefonda adımı söyleyen sesi duyduğumda başlayan değişimi hissettim. Dost dizimin dibinde titredi, o da sezmişti. Zafer, gülleri budamayı bırakıp yanımıza geldi.

“Benimle görüşmeyi kabul etmenize çok sevindim. Dosyanızı okuduğumda duyduğum heyecanı size anlatamam. Dünyada renk görmeyen dört kişi var, birisi sizsiniz. Sizin durumunuzu incelemeyi çok isterim, eğer izin verirseniz. ”

Adının Ziya olduğunu öğrendiğimiz doktor, görme uzmanıydı. Kendi deyimiyle, görmeyi düzeltme uzmanı. İşi gücü ışıkla uğraşmakmış, çocukluğundan beri. Üçgen prizmanın her köşesiyle, boy boy merceklerle ışık deneyleri yapıp durmuş. Bir süre sonra, aynı hareketlerin aynı sonuçları doğurduğunu anlamış. Bu sefer kayıt tutarak denemelerini sürdürmüş.

“Dünyada gri görmeyi düzeltebilecek yöntemi ben buldum. Bazı meslektaşlarımla beraber bir ekip halinde bu yöntemi insanlara da uygulayabilecek cihazları geliştirdik. Yüzyılın buluşu sayıldı.”

Telefondan sonra bu doktorla ilk görüşmemizdi. Doktora gördüğüm rengin gri olduğunu bulduğumuzu söylediğimde beni hemen görme merkezine çağırmıştı. Doktorun heyecanı bize de bulaşmıştı.

Hem adı Ziya, hem ışıkla oynuyor, gülümsedim. Zafer’le beraber bir film seyretmiştik. Dünyada birdenbire herkes göremez oluyordu. Daha doğrusu herşeyi beyaz görüyorlardı. Ortaya çıkan karmaşa, insanların bu yeni durum karşısındaki çaresizliği çok etkilemişti beni. O filmde önceden göremez olan bir adam vardı, bir de görmeye devam eden bir kadın. Şimdi ben, ikisinin arasında bir yerde, gri görüyordum.

Rüyalarımdaki gri ve güzel manzaraları düşündüm. Bir görünüp bir kaybolan gri görüntüleri düşledim, ama bu sefer bana huzur vermediler. Zümrüt yeşilini, kendi rengimi, Zafer’in kırmızısını, güllerinin rengini görmeyi istediğimi farkettim. Korkuyordum ve şaşkındım.

“Ziya bey, diğer üç kişiyi anlatır mısınız ?” dedim.

Kaygı ile dolu bir sessizlik aramıza girdi. Doktorun sesi rahatsızdı.

“Öldüler.”
...

“Evet, bilim çok şey, ama henüz herşeyi bilmiyoruz. Size bu üzücü haberi nasıl vereceğimi düşünüp duruyordum, benim için hiç kolauy olmadı. Neden öldüler bilmiyoruz. Açıklayamadık. Üç kişi de ayrı günlerde, başka başka merkezlerde, ameliyattan önceki gece, uykularında öldüler. Sizden daha yaşlıydılar, Zümrüt hanım, ve üçü de gri görmeye başlamadan önce tüm renkleri görüyormuş. Hastalığın nedenini bilmiyoruz, ama tedavisini biliyoruz, insana tuhaf geliyor, değil mi ?”


“Şimdi dünyadaki gri gören tek kişi olarak siz kaldınız. Bundan sonrası sizin kararınıza bağlı. İsterseniz sizi ameliyat edebilirim.”

Hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye başladı. Filmlerdeki gibi. Zafer’in siyah beyaz filmler dediği görüntülerdi. Birbirinden o kadar bile farklı değildi benim görgüklerim, gridi işte. ‘Göz gözü görmüyor’ demişti Zafer sisi anlatmak için, tatsız bir sesle.
Hüzünle Dost’u düşündüm, biraz da korunaklı, kendi içinde sınırlı ve saklı dünyamı. Yeşil ve kırmızının yan yana nasıl duracağını… ve kararımı verdim. Filme renk katmanın zamanı gelmişti. Emin bir sesle,

“Peki” dedim, “herşey için hazırım. Ve cevabım evet: gri bir renktir.”

Yeşim Acar, mart 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder