23 Mayıs 2010 Pazar

Arka pencere

‘Beklemek ne kadar zor.’

Derin bir nefes alıp pencerenin yanından kalktı. Gözü hızla odayı taradı. Karanlıkta, koridordan yansıyan ışıkla duvar kenarındaki yatağın üzerinde hareket eden ince örtüyü gözledi. Annesinin düzenli nefes hareketleri geçen günlerin tek tesellisiydi.

Bugüne kadar yaşamın zorlukları ile ilgili söylenenleri öylesine onaylardı. Şimdi biliyordu artık. Ölümün gölgesinde nefes almak ölümle mücadele anlamına geliyordu. Bu hastane odasında, yaşlı ve küçülmüş bir bedenin yaşam tarafındaki gayretini görüyordu.

Gördüğü başka şeyler de vardı. Bulundukları odanın baktığı kocaman bahçe ve bahçeyi kaplayan otopark ona yalnızlığında arkadaşlık ediyordu. Otoparkın da hastanenin de kendine göre bir ritmi vardı: sabah, öğle, akşam, gece, tam gece. ‘Tam gece’ diye düşündüğü sırada gülümsedi. Gece nöbeti tutmayanların bilmediği bir zaman dilimiydi bu. Kendisi de hastanede yaşamaya başladıktan sonra öğrenmişti. Refakatçiydi, ama bir çeşit nöbetçiydi işte. Tam gece, insanların ölümle en fazla yüzleştiği saatti. O saatler, özellikle ölmeyenler için çok zor geçerdi, neredeyse geçmek bilmezdi. İnsan saate bakardı, çok zaman sonra tekrar bakardı, sadece birkaç dakika geçmiş olurdu, tekrar bakardı, aynı şey. Türlü kötü düşünceler üşüşürdü o saatlerde insanın kafasına. Sinsi bir şekilde olumsuzluk mutlaka kendine yerleşip yeşereceği bir yer bulurdu aklın kuytularında. Ne kadar çabalansa da, iyi düşünmek mümkün değildi. Tam gece, gecenin de karanlık tarafıydı.

Saatine baktı. Şu an o saatlerdi. Otopark karanlıktı. Sadece bekçi kulübesinin ışığı yanıyordu. Çok az araba vardı. Gündüz saatlerinde kalabalıktan geçilmeyen bu yerde şimdi yoğun bir terkedilmişlik havası hakimdi. Koridorlar da sessizdi. İnsanların soluk seslerinden başka şey duyulmuyordu. Uyanıktı yine. İlk günlerde uyumamak için kendini zorluyordu, şimdi uyumaktan korkuyordu. Sonuçta uyumuyordu. Kardeşiyle refakat işini paylaşmıştı, eve gidince uyumayı hayal ediyordu. Bazen oturduğu yerde içi geçiyordu, başı düşüyordu. O birkaç dakika çölde vaha gibiydi, sabah olacak umuduna yer açıyordu.

Tüm eşyalarını toplamışlar, annesi, kardeşi, kendisi, hoplayarak koridorlarda kovalamaca oynuyorlar. Haydi gitmemiz lazım diyorum, ama kendim bile söylediğimi inandırıcı bulmuyorum. Ben de hopluyorum. Yürüme bilmez miyiz de hopluyoruz, asansörler de mi hopluyor, korkarım da o zaman binemem, annem de merdivenleri inemez, hoplarsa düşer, düşerse kırılır, kırıkları kim toplar, kardeşim kaçıyor, ben kalıyorum, odayı dolduran dev bir kamyon üstümüze geliyor, anne, hopla çabuk, demek istiyorum, taş gibi kaldım, taş olursam kamyon beni geçemez, anneme bir şey olmaz, kardeşim tekrar üzülmez…

Sabah güneşi göz kapaklarının arasından içeriye sızdı ve oturduğu sandalyeye geri dönebildi. Hoplamaktan bacakları ağrımıştı. Gerçekten de hoplamış mıydı acaba ? Ayağa kalkıp yeni güne hazırlanmaya başladı.

‘Seni beklemekten yoruldum. ’

Kız çok güzeldi. İçinde bulunduğu ortama göre bakılırsa tam bir sürpriz. Saçları, günün moda çizgisinde kesilmiş, röfleler belli ki usta bir elden çıkmış, havalı mı havalı. Giyimi de herkesin giymek isteyip de giyemediklerinden. Topuklu ayakkabılarının üzerinde salınarak yürüyor. Herkes arkasından bakıyor.

‘Beklemek ne kadar zor. Dayanamıyorum. Ne istersen yaparım. Ne olur. Yeter ki istediğimi getir bana.’

Bugün onu ikinci kez gördü. Aynı kız olduğunu önce anlayamadı. Bu sefer şık bir arabanın içinde oturuyor. Araba, onun baktığı odanın camına göre tam karşıda, çok yakında, sokak lambasının ışığında. Huzursuz görünüyor. Durmadan ağzı hareket ediyor. Sanki kendi kendine konuşuyor. Belki de telefonla. Saçları yine yapılı. Uzun perçemin altından göz kapakları şiş, göz altları çökmüş görünüyor. Omuzları sarkmış. Hareketleri çok garip, durmadan kollarını kaşıyor. Uzun kollu bir gömlek var bugün üzerinde. Bugün o havalı kadın değil, bugün gölge gibi. Huzursuz. Kaşınıyor. Sürekli etrafa bakıyor, başını çevirdikçe saçları savruluyor, belli, bir şey bekliyor, birini bekliyor.

‘Neyi beklediğini biliyorum.’

Genç bir adam hızlı adımlarla bahçeye girdi. Yandaki kapıdan çıkmış olmalı. Demek ki hastaneye alışkın biri. Çünkü orası morg kapısı. Bir tek ölenler o kapıdan çıkmaya aldırmıyor, bir de hastane çalışanları. Ameliyathane çalışanları o kapı dibinde sigara molası bile yapıyor. Kapının kenarında cenaze arabası. Uzun boylu ve uzun bacaklı genç arabanın şoför tarafına yaklaşıp bindi. Kız neredeyse üzerine yığıldı. Araba hareket ediyor. Otoparkın arka kapısından çevre yoluna doğru kayboluyorlar.

‘Neden kaşındığını biliyorum.’

Kardeşi de kaşınmaya başlamıştı. Bir şeylerin ters gittiği o zamandan belliydi. Ama kimse anlayamamıştı. Böceklerden dolayı diyordu. Anlamıyorlardı. Açık saçık giyinmeyi severken, uzun kollu gömlekler kullanır olmuştu. Böceklerden dolayı diyordu. Böceklerin üzerinde dolaştığını, içini, dışını, her yanını kapladığını ablası çok sonra anlayabildi. Odasında onu yere yığılmış, kolunda ince bir lastik hortum, elinin altında plastik enjektörle bulduğunda. Daha önce değil.

“Kızım, bana su verir misin, canım.”

Sesle beraber eskiye ait kasvet ve suçluluk duygusu bir anda dağıldı, günün işleri rahatlatıcı şekilde güne hakim oldu. Annesinin dikkatli bakışlarını üzerinde hissetti. Sabahın bu saatinde nasıl bu kadar uyanık ve dinç göründüğüne hayret etti. Ona istediği suyu uzatırken hayranlıkla su içmesini seyretti. Bardağı tekrar masaya geri koydu. Sabah temizliği için yanına oturdu.

“Bugün ayağa kalkmama izin verirler mi, ne dersin ?”

Birazdan, doktorlar gelince, öğreneceklerdi. Kaza geliyorum dememişti, yaşlı bir insanda kırık ölümcül seyredebiliyordu. Annesi çok metindi, kalkabilirsin dedikleri anda ayağa kalkacağından emindi. Derin bir nefes aldı. Giysilerini değiştirmeye başladı. Hiç sesi çıkmıyordu hastanın. Bir gayret yardım ediyordu. Birden kapı açıldı, hastabakıcı günaydın diyerek odaya girdi. Onunla beraber, gecenin sessizliğinin yerini alan hastane gürültüleri de odaya ulaştı.

“Abla dur, ben yaparım” diyen sesi ona o anda çok güzel geldi. Birlikte çabucak sabah faaliyetlerini bitirdiler. Saat hala çok erkendi. Annesine baktı, yorulmuştu, gözleri kapanıyordu. Camları silmeye başlayan kadının ritmik kol hareketleri kendinde de bir rahatlık hissi yarattı.

Hastabakıcı Fadime hanım bir yandan camları siliyor, pervazların tozlarını temizliyordu, bir yandan da gece onu ziyarete gelen oğlunu düşünüyordu. Bunca yıldır hiç gelmemişti çocuk. Sonra dün gece, ‘anne, para verebilir misin, çok acil, bir arkadaşıma lazım,’ diyerek karşısında, hem de hastanede, bitivermişti. Üstelik hastaneden korkardı, ta çocukluğundaki kazadan beri, gönüllü olarak hastaneye ayak basmışlığı yoktu. İçini çekti. Bir şeyler ters gidiyordu. İşlerini bitirip bir an önce evine gidip oğluyla konuşmalıydı. O arkadaş da kimdi öyle, gece gece ne aciliydi. Çalışma saatinin dolmasına az kalmıştı. Gözü hastaya ve refakatçisine ilişti. Kızı olduğunu biliyordu. Bu ikiliden hoşlanmıştı. Zor günde iyi dayanıyorlardı. İki kardeş de iyi anlaşıyordu. İçini çekti, hayatın zor tarafları onların yanına hiç uğramamıştı.

“İyi günler, abla” diyerek odadan çıktı.

Daha kapı kapanmadan büyük bir kalabalık halinde doktorlar geldi. Kendi aralarında konuştular. Ne dedikleri asla anlaşılamadı. Bir rüzgar yaratarak arkalarında kayboldular, geldikleri kadar hızlı. İlk günü düşündü, çok telaşlanmıştı, ama sonradan kendi doktorları geri gelip durumu tercüme etmişti. Burası bir eğitim hastanesiydi, her şeylerini hocaya aktaran kendisi olacaktı, aynı şekilde, hocanın söylediklerini de kendilerine aktaracaktı, o artık onların asistanıydı. Bu sefer telaşlanmadı, doktor birazdan yanlarına mutlaka gelirdi. Bölük pörçük konuşmalardan anladığı, bugün ayağa kaldıracakları şeklindeydi. Tatlı bir heyecan içini kapladı. Ayağa kalkmak, eve doğru bir adım yaklaşmak demekti. Kardeşini çok özlemişti.

‘Beklemek ne kadar zor’.

Bu gece annelerinin yanında kardeşi kalacaktı. Gündüz derslerini tamamlayıp hastaneye gelmesi pek içine sinmiyordu. Ayrıca hastane ortamında bulunmasını, hele gece saatlerinde bulunmasını aslında hiç istemiyordu. Gece uyanık kalacaktı, ıssız otoparka bakacaktı, karanlık düşüncelerin aklına üşüşmesine engel olamayacaktı… Ama başka yardımcıları yoktu, ve ikisinin bu zor dönemin üstesinden ortaklaşa gelme çabası da onları hem yakınlaştırıyordu, hem de aralarındaki bağı kuvvetlendiriyordu. Kardeşine bakan doktor da öyle söylemişti, aşırı korumacılık yapmamak lazımdı. Ailelere düşen önemli görev, o kişinin tekrar gündelik hayata dahil edilmesiydi. Gülümsedi, gündelik hayat, hayat kurtarıyordu.

‘Eve dönmek de zor.’

Hiç beklenmedik şekilde – kaza geliyorum demezdi – annesi kendini hastanede buluvermişti. Ablası soğukkanlılıkla tüm işleri ayarlamıştı. Bugün hastanede yatışının beşinci günüydü. Doktorlar kendi aralarında öyle diyorlardı, yatışının şu kadar gününde, tedavinin şu kadar günü. Gülümsedi. Gülümsediğine biraz de şaşırdı. İki yıl önce kendi yaşadıklarından sonra bugün hastanede refakatçi kaldığına ve genç doktorlardan birine ilgi duyduğuna inanamadı. Çocuk ona açıktan göz kırpmıştı, aslında asılmak amaçlı olmadığını biliyordu. İki gün önce, ilk odaya girdiğinde, otoparka bakan bahçeyi gördüğünde, birden nefessiz kalmış, bayılacak gibi hissetmişti. O sırada annesinin dosyasın inceleyen doktor durumu fark etmiş ve yere düşmeden koltuğa oturmasına yardım etmişti. Yavaş yavaş nefesi tekrar eski düzenine dönerken de koşturup bir bardak su getirmişti. Annesi uyuyordu, biraz da ilaçların etkisiyle. Annesine doğru endişeyle baktığını gören doktor ‘ kimseye söylemeyiz’ tarzında göz kırpmıştı. Rahatsız olduğunu nasıl anlamıştı, annesinin rahatsız olduğunu anlamasını istemediğini, ablasından çekindiğini nasıl bilmişti, tam bir bilmeceydi. Ama hoştu, doğrusu. Ablası yanlarına geldiğinde hiçbir şey olmamış gibi annesinin durumundan söz etmişlerdi.

Otopark şimdi karanlıkta ürkütücü duruyor. Tüm hastane pencerelerinden benzer otoparklara mı bakılıyor, yoksa hafızası ona oyun mu oynuyor ? Gözlerini kapadığında kendini tekrar kendi odasında bulacağını biliyordu. Uzun zamandır o günleri düşünmemişti. Düşünmesine fırsatı da pek olmamıştı. Hastanedeyken konuşma seanslarında geriye dönük değerlendirmeye kendini hazır hissetmemişti ve doktoru da onu hiç zorlamamıştı. Tam tersine, onu sosyal programlardan birine dahil etmişti. Bu programda, tedavi almakta olan altı kanserli çocuk için refakatçilik yapıyordu. Bir an bile kendini düşünecek fırsatı olmamıştı.

Odada oturuyorum. Tam da oturmuyorum. Aynada kendime bakıyorum. Uzun sarı saçlarım ıslak, perçemlerim yüzüme düşmüş. Aynada kendimi görmüyorum, arkamdaki beni görüyorum. Bana gülüyor. Benimle alay ediyor. O çirkin surattaki ifadeyi gördükçe hırslandığımı hissediyorum. Kollarım kaşınıyor. Birazdan böceklerin saati başlayacak. Gerçek değiller, gerçekten de kötüler. Kollarımdaki ve vücudumun her yanındaki tırnak izleri bunu kanıtlıyor. Çok yalnızım. Beni seven annem ve ablam var. Babam öldü. Öldü de kurtuldu. Ablam kurtulamadı. Ama beni kurtardı.

Perdelerim kapalı. Oda karanlık ama kafamın içinde parlak ışıklar gözlerimi kamaştırıyor. Ağrı duymalıyım, kollarım kan içinde, ağrı duymuyorum, arkadaşımdan aldığım ilacı istiyorum. İnsanın bir şeyi böyle isteyebileceğini düşünemezdim. Kimse, bir şeyi böyle istemeden böyle isteyebileceğini düşünemez. Her şey, herkes siliniyor. Dünya benim için genişliyor, genişliyor, küçük bir lastik hortum, küçük bir enjektör ve küçük bir parça pamuk içinde sıkışıyor. Gözlerimi kapatıyorum. Aynann bana bakmamasını istiyorum. Ve yaklaşan bir dalga şeklinde önce sesleri duyuyorum. Kabuklarının ve ayaklarının sürtünme sesleri okyanustaki dalgaların sesinden bile yüksek. Okyanusu hiç görmedim, ama bu ancak oradaki dalgaların sesi olabilir. Ses giderek artıyor, yaklaşıyorlar, hemen saklanmam, kendimi görünmez yapmam şart. Beni birazdan yiyecekler, beni yok edecekler, onlar beni yok etmeden ben kendimi yok etmeliyim. Kurtuluş o küçük şişede, biliyorum. Gözümü açarsam, orada durduğunu biliyorum. Gözümü açarsam, böceklerin beni kaplayacağını biliyorum. Böceklerin aslında beni kaplamış olduğunu, gözümü açarsam hepsinin harekete geçeceğini. El yordamı ile koluma lastiği bağlıyorum. Parmaklarımın zonklaması kısa süreliğine böcekleri oyalıyor. Hemen geri geliyorlar. İlacı sulandırıyorum, alışkın hareketlerle, zorlanmadan, titreyen parmaklarımla. İçimde hissedeceğim huzur hem çok yakın hem çok uzak. İğnenin battığını hissediyorum, böceklerin panzehiri yavaşca içime yayılıyor. Sıcak hissediyorum. Sonra soğuk. Kalbim çok çarpıyor, sonra az. Nefes almanın gerekli olmadığı yere varmak üzereyim. Hala böceklerden tam kurtulamadım. İlacın bu sefer tümünü bitiriyorum. Son böcek de kaybolduğunda birden artık odamda olmadığımı anlıyorum. Bulunduğum yerde, kolumdan sızan küçük bir damla kan var, başka damlalar da var, bana ait olmayan. Nefesimin sesini duyuyorum. Artık nefes almam gerekmiyor.

Kapı açılıp hemşire odaya girince, ilk defa kesintisiz şekilde odamdaki son dakikaları düşünebildiğimi fark ettim. Hemşirenin rutin kontrolleri çabucak tamamlandı ve ben tekrar sessizlik ve karanlıkla baş başa kaldım.

Hastaneden eve döndüğümde herkes gözüme garip görünmüştü. Bana bakamıyorlardı. Herkes konuşmaya çekiniyordu. Kırılacakmışım gibi, aşırı özenli davranıyorlardı. Ama beni en çok arkadaşlarımın davranışları yaralamıştı. Pratik olarak beni hiç aramadılar. Arasalardı, diye düşünmüşümdür çok defa, ablamla bu kadar yakınlaşabilir miydık ?

Ailede babam dışında sorun yoktu denebilir, aile sorunumuz yoktu. Babamla ilgili sıkıntı, en çok ergenlikte göze batar hale gelmişti. Ablam bir şekilde kendini korumayı başarmıştı, o daha sakin ve soğukkanlı kalabiliyordu. Olayların etkisinde kalmıyordu – en azından o dönemde öyle olduğunu düşünüyordum. Bense, asi, çılgın, sabırsız, asla beklemeye dayanamıyordum. Ve tüm şimşekleri üzerime çekiyordum. Alkolik bir yetişkinin gel-gitleri arasında, hiç korumasız savrulup duruyordum. Çatışma kaçınılmazdı. Ne annemi, ne de ablamı dinliyordum, sadece kendimi önemsiyordum. Giderek arkadaşlarımla daha fazla zaman geçirir oldum, giderek sadece iyi olmayı istemeyi bir yaşam tarzına dönüştürdüm. Sadece iyi olmak amaç haline geldiğinde, ‘bir kez kokla, acaip iyi geliyor’ sözleri zararsız ve kolay göründü gözüme. Herkes yapıyor bahanesi bile akla yakın göründü. O dönem, iyi olmak adına, sonsuz bir istemek – daha çok istemek adına, hayatımı yuttu. Kendimi, içini göstermeyen, ama dışarının da tüm pisliğini toplayan bir kafes gibi hissediyordum. Uzun kollu gömlekler giymeye başlamıştım. Kullandığım ilaçlar, sonunda beni böceklere götürdü. Odamda, artık nefes almam gerekmeyen noktayı buldum. Ablam da beni.

Eski günleri düşünmek bugün bana acı vermedi. Ve beklemek, ilk defa beklemek de zor gelmedi.

Yeşim Acar, mayıs 2010.










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder