13 Ocak 2010 Çarşamba

Kaybolmak veya geziden dönmek

Yeşil taştan oyulmuş küçük bir kaplumbağa. Görür görmez onu çağırmıştı. Elini uzattı, raftan alıp avucuna koydu: el ayası kadardı, yüzeyi pürüzsüzdü, koyu yeşil renkliydi. Sırtında taşıdığı kalkan her iki yanda gövdesi üzerine eğilmiş, açık yeşil çizgilerle tamamlanmıştı. Başı ileriye ve hafifçe yukarıya doğru uzanmış, ayakları da gövde ve başı ile uyum içinde yürüme hareketi yapıyor gibi duruyordu. Hediyelik eşyaların yapay havası hiç yoktu, sahici gibiydi, rengi hariç. Zeynep açık raflı tezgaha arkasını dönüp geriye baktı. Tam seslenmek üzere ağzını açıyordu ki, Yavuz’un yanına gelmiş olduğunu gördü. O da elindeki küçük esere bakıyordu. Bak, ne buldum, dedi. Heyecenla parlayan gözlere ve neşeyle kıvrılmış dudaklara baka kaldı genç adam. Sevdiği kadının coşkusu mu onu daha çok etkiledi, yoksa elinde tuttuğu küçük yeşil taş parçası mı onu bir anda büyülemişti, tam anlayamadı. Hayatım, dedi, çok güzel. Bunca kalabalık arasından bunu nasıl çıkartıp aldın ? Ben hepsini aynı görüyorum. Yavuz uzun boylu, ela gözlerinde benekleri olan sakin yapılı bir gençti. Zeynep onu hep şaşırtıyordu. Şimdi de elinde tuttuğu, taştan öte, küçük bir misafir, bir arkadaş, onlardan biriydi sanki. Nefes bile alıyordu belki de. El ele tutuşarak, yeşil taş aralarında, arabalarına doğru gittiler. Planları tüm Akdeniz sahili boyunca çadırları ile konaklayarak eski yerleşim yerlerini gezmekti. Açık havada bulunmak, çam kokuları arasında denize girmek, eski insanların basmış olduğu taşlara beraber tekrar basmak…
Gezi bitmişti. İstanbul’a evlerine dönmüşlerdi. Gündelik hayata geçişte eşyaların yerleştirilmesi, kamp malzemelerinin gözden geçirilerek yerine kaldırılması, aile ziyaretleri derken akşam oldu. Birden Zeynep’in aklına küçük yeşil taş geldi. Çantasına baktı, yoktu. Ceplerini karıştırdı, kirli çamaşırların arasına baktı, ama zaten kirli sepeti boştu, her şeyi yıkayıp asmıştı bile, orda olsa, eline gelirdi. Tekrar bütün evi dolaştı. Herhalde Yavuz alıp kaldırdı veya kendi cebine attı, diye düşündü. Kendi kendine gülümsedi, bütün gezi boyunca Yavuz ona takılıp durmuştu – bu küçük taşı benden çok seviyorsun, onu bir an bile yanından ayırmadın – diye. Yorgun hissetti kendini aniden. Biraz oturup düşünmeye çalıştı. En son nerde görmüştü, eline almıştı, gözlerini kapattı: hep gözünün önüne çadırları geliyordu. Yavuz çadırı havalanması için balkona asmıştı. Hemen yerinden kalktı, balkondaki ince kumaşların arasına ellerini daldırdı, tüm katmanları tek tek elden geçirdi. Ama yoktu. Bir umut yine akşam eve gelecek olan Yavuz’daydı. Mutfağa geçti, yemek hazırlıklarına başladı.
Kapıdaki anahtar çevirme sesi ile birlikte hemen kapıya koştu. Merhaba canım, hoş geldin, nasılsın, dedi hızlı hızlı. Noldu tatlım, canını sıkan bir şey mi oldu ? Yavuz ona dönmüş dikkatle onu inceliyordu. Küçük kaplumbağamız kayıp, son umudum sende olması derken daha onda da olmadığını anladı.
Tüm yıl boyunca bildik işler yapıldı, yine çalışıldı, eğlenildi, ama hep bir eksiklik mi vardı ? Zeynep işte bunları düşünüyordu arkadaşları ile beraber dağ gezisinden dönecek olan Yavuz’u beklerken. Küçücük taş, nasıl sevdirdi kendini, sihirli miydi acaba, belki de onlarla gezmek istemişti, sonra da taşların arasına karışmıştı ? Gözlerinin önüne sonsuz sayıda irili ufaklı taşlar, taşların üzerinde yürüyen yeşil renkli kaplumbağalar geldi. Kaplumbağalar üstte miydi, yoksa onlar taş mıydı, burnuna çam kokusu doldu, kaplumbağalardan biri ona döndü ve bak gezdim geri geldim dedi. Oturduğu yerden kalktı, uyuklarken boynu tutulmuştu, saat de çok geç olmuştu. Karanlık gecede sokağa dönen bir araba farı camı aydınlattı. Arkadaşları Yavuzu bırakıp yollarına devam ettiler. Yavuz cama bakıp el salladı. İçi sıcacık oldu bir anda, hemen kapıya koştu.
Bak sana ne getirdim, dedi bu sefer Yavuz. Avucunda yeşil taştan oyulmuş küçük bir kaplumbağa duruyordu. Biliyor musun, diye anlatmaya başladı, son kampı topladık, tam yola çıkmaya hazırlanırken arkamdan seslendiler, bu galiba senden düştü diye. Ne düşsün ki, düşecek birşey yok diye düşündüm, ama baktım. Ve, işte küçük arkadaşımız yeşil kısa çimenlerin ve kendisi gibi taşların arasında duruyordu. Aslında görülmesi bile mümkün değildi, bizimkiler nasıl gördü, anlayamadım.
yeşim acar, 2010.

veda

Şarkı söylüyorum içimden, beni kimse görmüyor, kimse duymuyor. Rüzgar saçlarımı dağıtıyor, çerçevedeki resim gibiyim. Pencereler boş, terk edilmiş evler dişsiz ağızlar gibi. Bakamıyorum, gözlerimi kapatıyorum. Jaluzi ile yalnızlık arasında sıkışıp kaldım, yükselip kurtulmaya çalışıyorum. Daha yükselirsem düşeceğimi biliyorum. Yine de dayanamıyorum, gözlerimi açıp bakıyorum. Kimsenin gitmediği yol, benim kadar boş. Kimsenin görmediği adam, belki de beni görebilecek tek kişi.
Kalabalıklar içinde kayboluyorum. Ayaklar altında eşsiz ve tek olmayı hayal ediyorum. Artık yerimdeyim: kaldırımdaki üşümüş köpek gibi, kendi kendime uzanıyorum.
Yeşim Acar, 2009.

3 Ocak 2010 Pazar

cam küre

Büyük, ahşap bir masada, açık bir kitabın iki sayfasının ortasında duruyorum. Kitabın hem üstündeyim, hem de kitap benim içimde. Upuzun bir koridor, kitaplarla kaplı duvarlar, odanın yüksek tavanı, hepsi aynı şekilde kendi yüzeyimde tutsak. Uzak görüntüler küçük, yakındakiler büyük görünüyor. Benim görevim sayfaları açık tutmak. Kitabın içine geçemiyorum, ama o sayfaların içindeyim, aslında sayfalar, daha önce de dediğim gibi, benim içimde. Görüntünün sınırları ile yansıyan bir sonsuzluk gibi. Ben bir cam küreyim. Pırıltım, ince uzun pencerelerden giren güneş ışınları ile daha da artıyor. Herkes dönüp bana bakıyor. Gururla ben de herkese bakıyorum, onları bir parçam haline getiriyorum. Çok sevdiğim bu ortamda mutluyum. Etrafta insanlar dolaşıyor, herkes bir şeyler arıyor. Bazıları buluyor, bazıları bulamıyor. Aradığını bulamayanlardan hep biraz çekinmişimdir. Birden, dağınık giysili bir genç yaklaşıyor. Kulaklıklarından tanımlayamadığım bir müzik yayılıyor. Biraz fazla gürültülü. Gözleri bana bakıyor galiba, ama sanırım beni görmüyor. Belki de kitapla ilgileniyor. Elini bana doğru uzatırken, kalbim hop ediyor,. En sevdiğim kişi araya giriyor. O bu kütüphanenin görevlisi, benim de sahibim. İkimiz de çok yaşlıyız, ama bu şu an konu dışı. Merhaba, size nasıl yardımcı olabilirim ? diyen sesini duyuyorum. Gencin gözleri ışıl ışıl, camımdan geçen ışıkta parlıyor, nefesi gürültülü biraz. Ellerini sallıyor. Tavana kadar galerideki tüm kitapları taradım, ama aradığımı bulamadım. Nasıl bulabilirdim ki, kitap tam bu masada açık duruyormuş, diyor, beni işaret ediyor. Üstüne de tuhaf bir şey konmuş, sanki süs, kullanılmayacak da seyredilecekmiş gibi. Büyük hareketler yapan eller bana hızla yaklaşıyor, birisi beni dikkatsizce kenara çekiyor. Havalanıyorum, sonra masanın tahtası üzerinde takırtılar çıkartarak yuvarlanmaya başlıyorum. Bir dakika çocuğum, ben …. Demeye kalmadan yerdeyim. Binlerce parçayım artık. Yerde, içimdeki harfler ve koridorlar yok olmuş, öylece hareketsiz duruyorum. Cam kırıkları halinde. Beni toplamak üzere koşturan insanların ellerine batıyorum, düzgün yüzeyime dokunmaktan hoşlanan eller uzaklaşıyor, dokunanlar ise kırmızı lekeler bırakıyor. Ben artık ben değilim, binlerce parça cam oldum, daha önce yansıttığım dünyanın içinde kayboldum. Dağınık giysili genç beni kendine benzetti. Kocaman elleri şimdi çaresiz, yanına sarkmış. Yere bana bakıyor, ışıltısız, renksiz, sessiz. Böyle olmasını istemedim, diyor, çok üzgünüm.
yeşim acar, 2009.