9 Şubat 2010 Salı

ölüm kalım

Etrafım karanlık. Çok da sessiz. Küçücük bir alanda hapisim. Soğuk hissediyorum. Yattığım yüzey sert ve pürüzsüz. Her yerim bir örtü ile kaplı. Göz kapaklarım birbirine dikilmiş, gözlerim açılmıyor artık. Ellerim, kollarım ve gövdem kaskatı. Kazık gibi. Jalenin kulakları çınlasın, durma öyle kazık gibi, derdi, beraber gülerdik. Ben kalabalığa girince tutulurum, işte Jale o anlarda bu espiri ile beni kurtarır. Jale benim kırk yıllık karım. O ölünce bana yalnızlık kaldı. Yalnızlık ve zamansızlık.
Sessizliği bozan bir gürültü ve kulaklarımı rahatsız eden bir çınlama başlıyor. Kilitli kapakların açılma ve çarpma sesleri geliyor. Çelik yüzeyler sürtünüyor, buna tekerlek seslerinin takırtısı karışıyor. Birden kuvvetli eller beni yerimden çıkartıp kalıp gibi bir tepsiye alıyorlar. Kendimi fena kokulu, kocaman lambaların aydınlattığı, kapıları ardına kadar açık olan bir salonda buluyorum. Gürültü başladığı gibi kesiliyor, etrafım tekrar karanlık ve sessiz.
Kulağıma bu sefer konuşma sesleri geliyor. “Hocam hazırız”, diyor genç bir erkek sesi, “öğrencileri alalım mı?” “Alın bakalım”, diyor daha yaşlı ve kendinden emin farklı bir erkek sesi, “yeni anatomi grubuna hep birlikte hoş geldin diyelim.” Seslerin geldiği tarafa dönemediğim halde her şeyi görüyorum: 12 masada 12 beden örtüye sarılı bir şekilde yatıyoruz. Her taraf mermer ve taş kaplı, yüksek tavanlı geniş bir salondayız. Korku içinde gözlerimi kapatıyorum, ama gözlerim zaten kapalı, görmeye devam ediyorum. Bir görevli gelip örtümü açıyor. Yalnızlık ve mahremiyet sona eriyor.
Bütün hayatım boyunca bilime inandım. Jale ile en iyi anlaştığımız konu buydu diyebilirim. Ben vücudumu tıp fakültesine bağışladığımı söylediğim zaman gözlerindeki hayranlık dolu bakışı asla unutamam. Gençken insan ölümü düşünmüyor. Yani kendi başına da geleceğini düşünmüyor. Kaygısızca ben de bilime hizmet falan diyerek bu bağışı yaptım. Şimdi görüyorum ki, işte ben de öldüm.
Kapılar açılıyor. Onlarca ayak sesi salona doluşuyor. Öğrenciler. Beyaz önlükleri ile, hepsi en az benim kadar şaşkın. Birbirlerine sokulmuş şekilde duruyorlar, çıt çıkmıyor. Biraz önce duyduğum kendinden emin ses salonda çınlıyor, “uygulamalı anatomi dersine bugün başlıyoruz. 12 masamız var, 10 kişilik gruplar halinde çalışacağız. Kitaplarınızı açarak önce dersi izleyeceksiniz, sonra günlük programı herkes kendi masasında uygulayacak. Sorusu olan var mi ?” diyor. Evet, diye haykırıyorum, sesim çıkmıyor. Ben masadakiyim, ben ne olacağım ? 10 kişilik bir öğrenci grubu etrafımda toplandı bile. Korkmuyorum desem yalan olur.
Her iki kolum birkaç dersde kemik hizasına kadar katmanlarına ayrıldı bile. Başta titrek olan eller giderek ustalaştı, bistüriler birer sihirli değnek gibi değdikleri yerleri ortaya serdiler. Mırıl mırıl konuşuyorlar. Ben bile zor işitiyorum, öyle yavaş konuşuyorlar. Kulağıma “formol ne kötü kokuyor, gözlerimi yaktı, kadavra ne kadar kuru, her şeyin rengi aynı” gibi sözler çalınıyor sadece. Benden bahsediyorlar, ama yine de alınmıyorum. Ölünce dokuların değişime uğradığını herkes bilir, ama görmek apayrı. Bence de her şey ürkütücü ve aynı zamanda çok tanıdık. Korkum yersizmiş, hiç canım yanmadı. Ama Jalenin hayranlığı da boş değilmiş. Bu günleri düşünebilseydim belki bu kadar cesur olamazdım? Cıscıbıldak herkesin içinde bir masada… Bu cesaret durumu biraz karışık. Öğrencilerin kendi aralarındaki konuşmalardan onların da korktuğunu öğrendim. Gerçekten de, genç yaşta ölümle karşılaşmış oluyorlar. Ben ölü olarak korktuğuma göre, haklılar bence. Ölüm de hayatın bir parçası, biliyoruz, ama iş başa düşünce göründüğü gibi asla değil.
Bazen ben de uzaktan onların yaptıklarına bakıyorum. Yattğım yerden yukarıdan bakmak başta tuhaf geldi, ama şimdi alıştım. Cilt ciltaltını geçtikten sonra hangisi sinir hangisi damar, nasıl biliyorlar, çok merak ediyorum. Her şey kahverengi. Geçen gün, başka bir masadan bir öğrenci hocaya tam da bu soruyu sordu. Hoca zıp diye kürsünün üstüne sıçrayıverdi. “Bana bakın”, dedi. Hemen sonra kürsünün altına saklandı. “Beni görüyor musunuz”, diye sordu. Hep bir ağızdan “göremiyoruz” dediler. “Peki beni arasanız bulabilir misiniz?” "Evet!” Hoca tekrar kürsünün önüne geldi “tanıdığınız nesneyi nereye saklanırsa saklansın, bulabilirsiniz, neyle uğraştığınızı iyi bilin, onu iyi tanımaya bakın” dedi. Hayat dersi işte. Yaşadığım hergün bunu yapmaya çalışmıştım. Her konuda.
Bir süre sonra tuhaf bir şey oldu. Gençlerden biri derse başlarken “günaydın Necati bey, bugün nasılsınız?” dedi. Nerden biliyordu ki, gerçekten de adım buydu. Akşamları temizlik için gelen görevlilerden aslında kimliklerin gizli tutulduğunu öğrenmiştim. Benim kimliğim acaba nasıl ortaya çıkmıştı ? Çok mu fazla etrafa bakıp dikkat çekmiştim acaba… Neyse, daha sonra anlaşıldı. Meğer çocuk, Jalenin uzak bir akrabasıymış, onlar benim ne zaman derse çıkacağımı takip ediyorlarmış. Sanki sahneye çıkıyorum. Şu yaşayanlar da bazen pek düşüncesiz oluyorlar.
Bugün farklı bir gün. İlk salona geldiğim gün gibi sessiz. Tek fark, artık içimiz dışımız meydanda. Vücudumuzu saran koruyucu örtü de artık üzerimizi kaplamıyor ve tam anlamıyla çıplağız. Üstelik her yerimizden ucunda numaralar yazılı olan çengeller sarkıyor. Ben bütün numaraların karşılığını öğrendim. Sınav doğal olarak öğrenciler için. Hayatın her günü sınav derler, ölümde de sınav olduğunu eklemek istiyorum.
Yeşim Acar, şubat 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder